tarihogretmeni şaban ersoy
  tarihte önemli şahsiyetler 4
 

35-NENE HATUN 

 
Mukaddesâtını, vatanım her zaman canlarından aziz bilen halkımız, vatanlarına gelen hücumlara karşı yediden yetmişe, erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle karşı durmuş ve tarihe şan veren müdafalar yapmışlardır.

Vatan müdafaasında kadınlar da erkekleri ile fedakârlık yarışına girişmiştir. Zaman olmuş cephe gerisinde yaralılara hizmet etmiş, cephane taşımış, cephane imâlinde çalışmış, zaman gelmiş düşmanı Yurdundan defetmek için cepheye koşmuştur. İşte Nene Hatun da düşmanı defetmek için cepheye koşan kahraman kadınlardan birisidir.

93 Harbinin en çetin safhalarının cereyan ettiği günlere gidiyoruz. Rus ordusu 160 bin asker ve 189 topla Kafkas cephesine hücum etmektedir. Buna karşılık ordumuzun asker mevcudu 60 bindir. Silah ve cephane de Ruslarınkinden çok çok azdır...

Doğu Beyazıt'tan Batum'a kadar uzanan 340 kilometrelik cephe boyunca ordumuz, Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandası altında düşmanla amansız bir mücadeleye girişmiştir. Düşmanın kalabalık oluşuna, silah üstünlüğüne aldıran yoktur. Lâkin ağır kış şartları askerlerimizi yıpratmaktadır.

Moskof ordularının hedefi Erzurum şehridir. Burası ele geçirildiği takdirde Doğu Anadolunun bütünüyle ele geçirileceğine inanmaktadırlar.

Düşmanın bütün hücumları kahraman askerlerimizin göğsüne çarpıp erimektedir. Mertlikle galebe çalamayacağını anlayan düşman hileye başvurur. Tabyaları baskınlarla ele geçirmeyi planlar. Bunun için de Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan Ermenilerin yardımıyla ve onlann kılavuzluğu altında 9 Kasım 1877'de Aziziye tabyasına, saldınp nöbetçileri şehit ederler. Durum anlaşılınca tabyada boğaz boğaza bir muharebe başlar.

Düşmanın siperlerimize hücum edip, tabyalarımıza girdiği haber; Erzurum'da bomba gibi patlar. Müezzinler minarelerden durumu haber vererek, herkesi cihada davet ederler.

Bütün Erzurumlular kadın, erkek ellerine ne geçirdilerse alarak Aziziye tabyasına koşuşmaya başlarlar.

Haberi duyan henüz yirmi yaşlarında olan Nene Hatun kundaktaki kız çocuğunu ve biraz büyükçe oğlunu "Sizleri Allah"a ısmarladım yavrularım" diyerek bağrına basmış, onları öptükten sonra eline et satırını alarak cepheye koşmuştur. Nene Hatun'un evinde başkaca kimse yoktur. Cepheden ağır yaralı gelen kardeşi Hasan bir gün önce şehid olmuştur.

 Kocası cephede düşmanla vuruşmaktadır...

Aziziye tabyasına ulaşan Nene Hatun bacılarıyla, kardeşleriyle birlikte düşmanın üzerine atılır. Haberi duyar duymaz koşuşan Erzurumluların elinde sopa, taş, kazma, kürek ve yaralayıcı, öldürücü ev âletleri ve bir de dillerinde, kalplerinden kopup gelen "Allah Allah" sadâsı vardır. Âhirete inananlar şehâdeti en yüce mertebe bilmenin heyecaniyle cansiperane vuruşmaktadırlar.

Nene Hatun'un elindeki et satın düşman askerlerinin kafalarına yıldırım gibi inmektedir. Bir yandan da "vurun kardaşlarım, vurun bacılarım, kâfirlere aman vermeyin" diye haykıran Nene Hatun'un bu kahramanlığını gören Erzurumlular coşmuştur. Neticede Aziziye tabyasındaki düşman bütünüyle imha edilmiş ve tabya düşmandan geri alınmıştır. Yüzlerce şehit veren Erzurumluların bu cihetten gönülleri yaralı, fakat düşmanı defettikleri için kalpleri ferahtır...

Aziziye tabyasının geri alınmasında canla başla çalışan Nene Hatun bir semboldür. Müslüman kadınların yeri geldiklerinde nasıl kahraman kesileceklerine bir örnektir... O hayatı boyunca bu hâdiseden fazlaca bahsetmemiş, bahsi geldiğinde, "Biz ne yaptık ki, bizim yaptığımız ne ki yavrularım..." diyerek Anadolu insanının engin tevazuunu nur yüzüne peçe yapmıştır... O, ne yapmışsa rıza-ı İlâhi için yapmıştır. Bu yüzdendir ki kendisinden ve gösterdiği fedakârlıktan bahsetmemiştir.

1857'de Erzurum'da doğan Nene Hatun 22 Mayıs 1955'te Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

36-ŞEYH ŞAMİL 

Şeyh Şamil ömrünü milletinin hürriyetine ve İslam beldelerinin bağımsızlığına adamış şanlı bir mücâhittir. O, yirmibeş yıl aralıksız devam eden muharebelerde koskoca Rus ordularını yenilgiden yenilgiye uğratmış, kan içici Moskof canavarına unutamayacakları şamarlar indirmiştir. İmam Şamil insanlığın düşmanı bir devlete karşı verdiği mücadelelerle sadece Kafkasya ve Türkiye'nin değil bütün hür dünyanın gönlünde yer tutmuş bir kahramandır.

İmam Şamil, 1797'de Dağistan'ın Buylank kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, gönüllü olarak Osmanlı ordusunda hizmet etmiş bir subay olan Denghan Mehmet, annesi, Türkmen uruğlarından Pîr Budak Bey'in kızı Gülçiçek Hatun'dur.

Küçük yaşından itibaren sıkı bir eğitim görmüştür. Medrese tahsili yaparak dinî ilimlerde büyük ilerleme kaydetmiş ve zamanın âlimleri arasına girmiştir. İslam için seve seve canını ortaya koyan yiğit insanlar diyarı Kafkasya'nın namlı bahadırlarından silah kullanmasını, ata binmesini öğrendi. Delikanlılık çağına girdiğinde bileği bükülmez bir yiğit olduğu anlaşılmıştı.

Kalplerindeki iman ateşini küffar hücumlarına kalkan eden yiğit insanlar, şeyhlerine bağlı olarak tek yürek, tek bilek halinde Moskofa karşı mücadele ediyorlardı.

Zengin arazisiyle, mükemmel havası ve manzarasıyla cennet diyar Kafkasya'yı ele geçirmek Rusya'nın en büyük gayesi olmuştu. 1927'den sonra Rusyamn hücumları sıklaşmıştı.

Müslüman Kuzey Kafkasya ahalisi, devrin en modern silahlarıyla ve sürüler halinde saldıran Moskoflara karşı kahramanca karşı koyuyorlardı.

1832 senesinden itibaren Kuzey Kafkasya'da istiklal meş'alesi asırlara nam salacak bir kahramanın eline geçecek ve yiğit insanlar İmam Şamil'in kumandasında zaferden zafere koşacaklardır.Cimri Muharebesi ve Şamil'in yaralanması

17 Ekim 1832'de Ruslar Şamil'in büyüyüp yetiştiği Gimri kasabasını basar. Kasabada göğüs göğüse müthiş bir muharebe olur. Düşman çok kalabalıktır ve topu tüfeği vardır. Gimri'liler bir avuçtur, yeterli

silahlan yoktur. Fakat şehidliği en yüce makam kabul etmiş bu mü'min insanlara göre düşmanın maddî üstünlüğünün hiç bir kıymeti yoktur. Başlarında Şeyleri Gazi Muhammed ve bileği bükülmez yiğit Şamil vardır. İkisi de ön saflarda savaşıyor ellerinde şimşek çakan kılıçlan müthiş bir hızla işliyordu. Bu durumu gören Gimrililer taze bir güçle Moskofa kılıç sallıyorlardı. Fakat ne yazık ki, düşman ateşi ve kılıçları önünde devamlı şehit veriyorlar, sayılan gittikçe azalıyordu. Muharebenin en kızgın anlannda İmam Gazi Muhammed de Şamil'in yanı başında şehit düşmüştü.

Düşman baskınından önce gazi Muhammed'in Şamil'e söyledikleri gibi olmuştu herşey. Gazi Muhammed Şamil'e şöyle demişti:"Ey Şamil, artık bana yolculuk göründü. Benden sonra Hamzat imamlığı eline alacaktır. Fakat o da ancak, pek az muammer olacak, Kafkasya'nın mukadderatına senelerce sen hükmedeceksin, yıldızın uzun seneler bu dağlarda güneş gibi parlayacak, namın dünyaları tutacak, çarlara boyun eğmeyecek, çar ordularına kan kusturacaksın. Gimri'yi bugün bırakıp gitsen bile yine kurtarır, benim mezarımı düşman ayakları altında bırakmazsın inşaallah."

Şeyhinin şehit düştüğünü gören Şamil, daha bir bilenmiş olarak düşmanın ortasına top güllesi gibi atılmıştı. Büyük bir maharetie işleyen kılıcı her inip kalkışında bir Moskof askerini yere seriyordu. Sağ elindeki hançeri de sol elindeki kılıç gibi ustalıkla kullanıyor, iki kolu şimşek gibi işliyordu. Fakat pusuda bekleyen ve fırsat kollayan bir düşman askeri süngüsünü hırsla Şamil'e saplamıştı. Süngü yiğit Şamil'in göğsünden girip sırtından çıkmıştı. O vaziyetteyken bile süngüyü saplayan askeri gebertmiş, ardından süngüyü çekip çıkardıktan sonra vuruşmaya devam etmişti. Gittikçe güçten düştüğünü farkedince vuruşa vuruşa savaş meydanından çekilmiş ve kayıplara karışmıştı. Durumu gören Gimri müezzini onu baygın halde bulmuş ve sırtına alarak o bölgenin meşhur hekimi Cerrah Abdülaziz Efendiye götürmüştü.

Yirmi beş gün baygın halde yatan Şamil uyandığına başucunda duran annesine ilk olarak; "Anam, namaz vakti geçti mi?" diye sormuştur. Kâinatın Yaratıcısına karşı duyduğu bu mesuliyet hissi onu pişirecek ve kendisini yakından tanıyan Kuzey Kafkasyalılar Rabbine son derece bağlı bu yiğit Şeyhi başlarına imam yapacaklardır.

Gazi Muhammet'ten sonra imam olan Hamzat Bey'in 19 Eylül 1835'te camide şehit edilmesinden sonra Dağistan ve Çeçenistan ileri gelenleri imamlığa en layık olarak Şeyh Şamil'i görerek bunu kendisine teklif etmişlerdi. Fakat son derece mütevazi bir zat olan Şeyh Şamil bu teklifi kabul etmemiş ve yiğit askerlerden birini seçmelerini istemiştir. O seçilecek imamın emrinde bir nefer olarak dini için, vatanı için, milleti için mücadele etmeyi tercih etmekteydi. Fakat istiklâl mücadelesinin zafere ulaşması için kendisinin başa geçmesi uygun görülüyordu. Devamlı ısrarlar neticesinde Şeyh Şamil imamlığı kabul etmiştir.

İmam olan Şeyh Şamil düzenli bir ordu ve idari teşkilat kurmak üzere vakit kaybetmeden kollan sıvamış, kısa zamanda nasıl bir mahir teşkilatçı olduğun ortaya koymuştur.

İmam Şamil'in liderliğinde Kuzey Kafkasyalılar Çarın ordularına kan kusturmaya başlarlar. Kafkas dağları Rus ordulanna mezar olmaktadır. Ahulgol ve Surhay kuşatmasında İmam Şamil'in kumandası altında yapılan mükemmel müdafaa düşmana çok ağır kayıp verdirmiştir.

Çar I.Nikola maddî kuvvetle yenemediği Şamil'i hile ile yenmeyi dener ve bol bol mevki, makam, rahat bir dünyevî hayat vaadinde bulunduğu mektubu vasıtasıyla General Klug von Klugenav ve Miralay Yevdokimof vasıtasıyla Şamil'e gönderir. Çar'ın alçakça teklifine müthiş hiddetlenen Şamil Çar'ın elçilerine dönerek gürler:"General: Senin yerinde eğer şu anda kendisi karşımda bulunmuş olsa ve bu sefil teklifleri bana bizzat yapmak cesaretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevabımı, şu kırbacım verirdi.

"Söyle ona! Başında bulunduğum bu kahramanlar topluluğunun kalblerinde kökleşen bu eşsiz zafer imanı kökünden kazınmadıkça ve en genç muhariplerimden en ihtiyar naiplerime kadar tek kurşunları ve tek kollan kalıncaya kadar bu mübarek vatanı son dağına, son köyüne ve en son kaya parçasına kadar karış karış müdafaa etmekten beni hiç bir kuvvet alıkoymayacaktır.

"Bu uğurda bütün evlât ve ayalimi kılıçtan geçirseniz, son zürriyetimi kurutsanız, en son müridimi yok etseniz tek başıma ve son nefesime kadar yine dövüşeceğim. Son cevabım budur General!.. Ben Nikola'yı tanımıyorum!..."Şamil'in bu cevabı Nikola'ya ulaştırıldığında, Çar, Kafkasyanın bu yiğit kartalını hile ile ele geçireceğine dair ümidimi kaybetmemiş, Kafkas ordulan başkumandanı General Feze vasıtasıyla ve onun ağzından Şamil'e teklifini tekrarlamıştır.

İmam Şamil'in General Feze'ye cevabı şöyle olmuştur:"Ben, Kafkasya'nın hürriyeti için silaha sarılan muhariplerin en hakiri Şamil, Allah'ın himayesini Çarların efendiliğine feda etmemeğe ahteden, özü, sözü doğru bir müslümanım.

"Çar Birinci nikola'yı tanımadığımı, onun iradesinin bu sarp dağlarda sökmiyeceğini General Klug'a anlıyabileceği bir dilden tekrar tekrar söylemiştim. Sanki bu sözler taşa söylenmiş gibi, Çar ile görüşmek üzere beni hâlâ Tiflis'e davet edip duruyorsunuz. Bu davete asla icabet etmiyeceğimi şu mektubumla son defa olarak size bildiriyorum. Bu yüzden fâni vücudumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem bu kat'î kararımı asla değiştirmeyeceğim. Cevabım işte bundan ibarettir. Nikola'ya ve kölelerine böylece malum ola."Şamil'in 28 Eylül 1837 tarihini taşıyan bu mektubundan sonra müthiş muharebeler başlamıştır.Ahulgoh müdafaası

İmanın hem nur hem kuvvet olduğu ve hakikî imanı elde eden bir adamın kâinata meydan okuyabileceği sırrından gafil olan Çar, Şamil'in bu cevaplan karşısında şaşırmıştı.

Çar Kafkasya'ya modern silah ve bol cephane ile donatılmış üç ordu gönderir. 1838 ve 1839 yıllarında Şamil'in liderliğindeki Kafkasyalılarla Ruslar arasında müthiş muharebeler cereyan eder.

Şamil bütün Kuzey Kafkasya'yı dolaşarak, camilerde, meydanlarda halkı cihada davet eder. Yiğit insanlar bu davete büyük bir iştiyakla koşarlar.

1839 senesinde Şamil'in kumandasında on bin muharip bulunmaktaydı. Bunlar hiç umulmadık anlarda Çar ordularının tepesine yıldırım gibi iniyorlardı.

30 Mayıs 1839'da General Grabe kumandasındaki Ruslarla Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar arasında müthiş muharebe olur. Şamil'in kuvveti beş bin kişi, buna mukabil Ruslar otuz bin kişidir. Silah ve teçhizat durumu ise kıyas kabul edilmeyecek derecede Rusların lehinedir.

Şamil kuvvetleriyle birlikte ustalıkla çekilmiş ve Ahulgoh kalesine girmiştir.

Yetişen Rus ordulan kaleyi muhasara etmiştir. Muhasara aylarca devam eder. Kalede yiyecek ve içecek kalmamıştır. Cephane bitmek üzeredir. Şamil Rusların teklifi üzerine, ahalinin canlarına dokunulmayarak kaleden serbestçe çıkıp gitmelerine karşılık oğlu Cemaleddin'i rehin verir. Fakat Cemaleddin'i alan Ruslar kaleyi daha sıkı bir ateş altına alırlar.

Müthiş top ateşi altında kale bedenleri tahrip olmuştur. Şamil'in zevcesi ile iki yaşındaki yavrusu Mehmed Said şehit düşmüştür.

28 Ağustos 1839'da kaleye hücum eden Rus askerleriyle boğaz boğaza mücadele olur. Şamil ve askerleri son bir gayretle vuruşmaya devam etmektedirler. Kalede bulunan kadınlar düşmanın eline geçmektense ölmeyi tercih ederek kendilerini uçuruma atmaktadırlar.

Kalede taş üstünde taş kalmamıştır. Ayakta kalan sayıları yüze varmayan yiğitler son güçlerim ortaya koymaktadırlar. Dayanmanın mümkün olmadığını gören Şamil adamlarına çekilmelerini söyler. Kendisi de yaralı vaziyette, yine kendisi gibi yaralanmış sekiz yaşındaki oğlu Gazi Muhammed'i sırtına bağlayıp dik kayalara tırmanarak düşmanın arasından kaçmaya muvaffak olur.

Düşman şehitler arasında Şamil'i ararlarken o bir çoban vasıtasıyla Rus kumandanına şu mektubu gönderir:

"General! Çarına haber ver ki, Kafkasya'nın bağrında daha binlerce Ahulgoh var ve on binlerce surlar ve kuleler başlarını Rablerine kaldırıp ecelini susayanları bekliyor.

"Silahlarınızın vücudumda açtığı üç yarayı şifalı Dağıstan otlarından kendi ellerimle yaptığım ilaçlarla şimdiden iyi ettim ve harbe hazırlandım. Kalbimde açtığınız evlât, ayal ve hemşireme ait dört yaranın hiç hükmü yoktur. Geri kalan evlât ve ayalimi de şimdiden vatan ve Cenâb-ı Allah'a kurban adadım.

"Size ve Çarınıza her şeyi bol bol vereceğiz. Fakat vatanın hürriyet ve şerefini asla!..

"Ahulgoh'ta aldığınız kanlı ders kâfi gelmediyse, zengin çarınızın ordularını ve hazinelerini ortaya dökerek tekrar geliniz. Askerlik şerefini lekeleyerek yalan söyleyiniz, vaadlerinizi inkâr ediniz, ormanlarımızı kundaklayınız, ekinlerimizi yakınız, meyve ağaçlarımızı, bahçelerimizi kavurunuz. Bütün bunlar Kafkas'ın ezelî hürriyet ve istiklâl aşkını körüklemekten başka hiç bir şeye yaramıyacaktır.

"Çarlar ölecektir, Petro'larınız ve Katerina'larmız gibi Nikola da gözleri arkasında gidecektir. Fakat Kafkasya mutlaka kurtulacak hür ve mesut olacaktır. Allah, hak ve vatan uğrunda çarpışanların yardımcısı olsun."

Ahulgoh'un düşmesinden sonra Şamil dağ bayır dolaşarak yeniden ordu kurmaya gider ve 1840'tan itibaren teşkilatlı bir ordu kurmaya muvaffak olur. Altı bin kişilik ordunun 2500'ü piyade, 3000'i süvari, 500'ü de muhafız kıtası idi. Bu orduda sadece 12 top bulunmaktaydı.

Karargâhını Dargo'ya kuran Şamil orduyu, Ahverdil Muhammed, Şuayip Molla, Hacı Murat ve Tilit'li Murtaza Ali kumandalarında dörde taksim eder.

Şamil'in ordusu, sayıları 50 binden fazla ve topçu kuvveti bakımından da yirmi misli fazla olan Rus ordusuna karşı yıldırım muharebeleri yapmaya başlar.Zaferden zafere...

Müthiş harp taktikleri uygulayan Şamil Rusları perişan etmeye başlar. Şamil merkezdeki kuvvetlerin idaresini eline alarak dört bir tarafa yetişiyor, düşmanı şaşırtıyordu.

1843'teki Birinci Dargo muharebesinde Rus ordusu perişan edilerek büyük miktarda esir ve cephane alınır.

Çar Nikola'nın hazırlattığı 4 ordu da peşpeşe bozguna uğratılır.

Şamil'in kumandasındaki Kafkasyalılar destanlar yazmaktadırlar. 30 Ağustos 1843 günü yapılan hücumla Unsokul kalesi 3 Eylül 1843'te de Satanah kalesi ele geçirilir.

Bundan sonra zaferler birbirini takip eder. Hossat zaptedilir. 9 Kasım 1843'te Gergebil Ruslardan geri alınır. Şamil şeyhinin mezarını Rus askerlerine çiğnetmemiştir.

l Ağustos 1845'te Dargo'yu saran Rus orduları perişan edilir. Mağrur General Vorontsof Dargo'da müthiş bozguna uğrar ve büyük miktarda cephane bırakarak kaçar.

Şamille baş edemiyeceğini anlayan Rus kumandanlarından Prens Vorontsof tüyler ürpertici bir icraata girişir ve Ağustos 1845'te Çeçenistan ormanlarını yakar.Düşmanla anlaşmanın cezası ölümdür

Rus ordularının üzerlerine geldiğini gören Çeçen'ler kadın ve çocukları kurtarmak için Ruslarla anlaşma yapmak isterler. Fakat bunun için İmam Şamil'in reyini almaları gerekmektedir. Ne var ki, bu hususta İmam Şamil'in zerre kadar taviz vermediğini ve düşmandan yüz çevirmeyi idamla cezalandırdığını bilmektedirler. Neticede kura ile iki kişi tesbit edip Şamil'e gönderirler. Bu elçiler önce İmam Şamil'in anasını ziyaret ederek, Şamil'in muvafakati için aracı olmasını rica edip yalvarırlar. Şamil'in anası yalvarmalara dayanamayıp oğluna tavassutta bulunur.

Bu durumu gören Şamil, derin üzüntü duyar. Canevinden vurulur. Çünkü düşmanla anlaşmanın cezası ölüm, anlaşmak için aracı olmanın cezası ise yüz sopadır. Yirmi beş senelik şanlı mücadele esnasında bu hükümlerden zerre kadar taviz vermemiştir.

Uzun tefekkürden sonra hükmü verir. Anasına yüz sopa vurulacaktır. Bu hükmü işiten ananın cevabı şudur:"Oğul, Allah'ın adaletini yerine getirmeden bir lahza geri durursan sana verdiğim sütü helâl etmem."

Şamil anasının cezasını çekmeyi üzerine alır ve kendisine yüz sopa vurulmasını ister. Emir kesindir. Müritleri kendisinin yerine cezayı yüklenmek isterlerse de şiddetle reddedilirler. Neticede ceza en ağır şekilde uygulanır ve İmam Şamil'e yüz kamçı vurulur."Mukaddes dâva uğruna, bin ana ve bin Şamil feda olsun!" diyen İmam Şamil, anasına ait küçük bir vatanî ihmal ve gafletin cezasını bizzat kendisi tekeffül etmiş ve ödemiştir.Osmanlı Devletinden yardım isteniyor

Mahdut imkânlarıyla Ruslarla mücadele eden ve onları perişan eden İmam Şamil kesin netice alınması için Halife-i Müsliminden yardım ister. Bu maksatla 1853'te Muhammed Emin isimli kumandanını Sultan Abdülmecid'e gönderir. O yıllarda osmanlı Devleti İngiltere ve Fransa ile ittifak ederek Rusya'ya sefer yapma hazırlığı içerisindedir. Şamil'e göre, Rusya'ya öldürücü darbe Kırım'dan değil, Kafkasya'dan vurulabilirdi.

Kafkasya çok zengin bir ülkeydi ve Rusya ile Osmanlı Devleti arasında aşılmaz bir set olabilirdi.

Kafkasya'da çeyrek asırdır İmam Şamil'in liderliğinde verilen mücadelede, sayısı gittikçe artarak ikiyüz bine ulaşan muazzam Rus ordusu bozguna uğratılmıştır. Osmanlı ordusunun yardım ve desteğiyle Ruslara öldürücü darbe vurulabilecekti.

Sultan Abdülmecid, İmam Şamil'in kumandanını büyük bir alaka ile karşılamış ve derhal İmam Şamil'e yardım gönderilmesini emretmiştir. Bu maksatla büyük bir donanma Kafkasya'yı kurtarmak üzere ağzına kadar silah ve cephane dolu olarak yola çıkarılmıştır. Ne var ki, zengin belde Kafkasya'ya Osmanlı nüfuzunun girmesini istemeyen müttefik ülkeler, Kafkasya'ya giden yardım gemilerini çevirerek, malzemeleri Sivastopol'a yığmışlardır. Böylece Kafkasya'nın istiklal ümidi kaybolmuştur.Şeyh Şamil'in Müdafaa Muharebeleri ve Esir Düşmesi

Çar II.Aleksandr, bir avuç insanın koskoca bir imparatorluğu çaresizlik içerisinde bırakmasını gururuna yediremiyordu. Meseleyi halletmek için büyük askerî birlikler hazırlatmıştı. Bu birliklerin sayısı bütün Dağıstan nüfusundan fazlaydı.

İmam Şamil bir avuç kahramanla, gözü dönmüş Rus sürülerine karşı kahramanca karşı duruyordu. Ne var ki, düşman kırmakla tükenmiyordu. Yüzlerce topu vardı. Büyük cephaneleri vardı ve silahlar devamlı ölüm kusuyordu. Son çarpışmada Şamil'in askerleri eriye eriye yüz kişi kalmıştı. Kadın ve çocuklar vardı. Durumu ören Şamil, kadın ve çocuklara ve yerli ahaliye dokunulmamak kaydiyle teslim olmuştur.

Kafkas Kartalı 6 Eylül 1859'da esir alınmıştır. Kırk kişilik maiyyetiyle birlikte Başşehir Petersburg'a götürülmüştür. On sene Rusya'da esir kalan Şamil, Çar'dan İstanbul'a gönderilmesini ister. Bu isteğin kabul edilmesinden sonra İmam Şamil 1870'te İstanbul'a gelir. Büyük bir kalabalık bu şanlı mücahidi büyük bir coşkunlukla karşılar. İstanbul bir bayram günü yaşamaktadır. Aziz misafirleri şehirlerine teşrif etmiştir...

Şamil'i getiren gemi Dolmabahçe sarayı önüne demirlemiştir. Büyük kahramanı bizzat Sultan Abdülaziz karşılamış ve onu büyük bir muhabbetle bağrına basmıştır. Sultan Abdülaziz sevincini şöyle ifade etmektedir: "Babam sultan Mahmut mezarından çıksa idi ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim!"Sultan Abdülaziz Han aziz misafirine nasıl ikram edeceğini, onu nasıl ağırlayacağını bilemez âdeta. Günlerce başbaşa sohbet ederler.

İmam Şamil son günlerini mübarek beldelerde, yüce Nebi'nin (a.s.m.) makberinin bulunduğu Medine'de geçirmek istemektedir.

Rusya'dan ayrılırken geri dönmesi şart koşulmuş ve bunun için oğlu Muhammed Şefiî rehin alınmıştır.

Sultan Abdülaziz İmam Şamil'in son günlerini mübarek beldelerde geçirmesine müsaade edilmesi için Rus Çarına aracılıkta bulunur ve bu talep kabul edilir. Bundan sonra İmam Şamil mübarek beldelere gider ve haccını ifa eder. Hac esnasında dünyanın dört bir yanından gelen hacılar nâmını işittikleri bu şanlı mücahidi görmek, elini öpüp, duasını almak isterler, lâkin ister istemez izdiham meydana gelir. Bu duruma çare olmak üzere idareciler Şeyh Şamil'i Kabe'nin damına çıkarırlar. Bir müddet orada duran İmam Şamil'i hacılar doyasıya seyrederler.

Büyük bir izzet ve ikram'la ağırlanan İmam Şamil 17 Şubat 1871'de Medine-i Münevvere'de ruhunu Rahman'a teslim eder.

İmam Şamil'in cenazesi Cennetü'1-Baki denilen ve Peygaber Efendimizin (a.s.m.) zevcelerinin ve pek çok sahabenin de medfun bulundukları kabristana defnedilir.

37-GAZİ OSMAN PAŞA 
Tarihimiz boyunca sayısız kumandanlarımız askerî sahada hizmet ifâ etmişler, bilhassa savaş meydanlarında gösterdikleri maharet, cesaret ve şecaatle bütün dünyanın takdirle alkışladığı zaferlerin kazanılmasında faal roy oynamışlar; tarihimizde pek çok destanların yer almasında mühim vazife görmüşlerdir. Hepsi, ebediyen rahmetle, şükranla yâdedilecektir...

Gazi Osman Paşa da, tarihlere altın harflerle geçen Plevne müdafaası kumandanı olarak gönüllere taht kuran kumandanlarımızdandır.

Osman Paşa'yı henüz tahsil devresini tamamlamadan harp meydanlarında görmekteyiz... Bu meydanda kahraman askerlerimize serdarlık ederek, düşmanlara unutamayacakları şamarlar indirmiş bir kumandandır.

Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğmuştur. Askerliğe olan merak ve hevesi üzerine, Beşiktaş'taki Askerî Rüştiye'de ve Kuleli Askeri İdadisinde okumuştur. Daha sonra «Mekteb-i Erkân-ı Harbiyyeye» giren Osman Paşa, kurmaylık eğitimim tamamlamaya fırsat kalmadan, Kırım savaşının çıkması üzerine Tuna cephesine gönderilir... Genç yaşta harp meydanına atılan Osman Paşa'yı bundan sonra devamlı zaferler kazanan, hakkı olan terfiler olan bir subay olarak görmekteyiz.

Tuna cephesinde dört yıl kalan Osman Paşa, önce Mülâzım-ı Evvel, savaşın sonunda da Kolağası oldu (1856). Bundan sonra yarıda kalmış olan Kurmay eğitimini tamamladı ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiye reisliğinde Genelkurmay Başkanlığı çalışmaya başladı. Anadolu haritasını çıkarmak vazifesiyle Bursa'ya tayin edildi. Sırasıyla; Teselya, Yenişehir ve Cebeli Lübnan'da vazife aldı...

Girit isyanlarının başlaması üzerine Girit'e tayin edilen Osman Paşa, âsiler karşısında gösterdiği kahramanlık üzerine Miralay rütbesiyle taltif edildi (1866) Osman Paşa'yı bundan sonra, sırasıyla şu vazifelerde ve rütbelerde görmekteyiz: vazifeli gittiği Yemen'den Paşa rütbesi alarak dönmüştür. Rumeli'de bulunan Beşinci Ordu Manastır Fırka Kumandanlığına tayin edilir (1875). Buradaki çalışmalarından dolayı Birinci Ferik olur. Sırp isyanları başlayınca, emrindeki birliklerle âsiler üzerine yürür. Sırp ordusunu perişan eder ve müşir olur (1876). 1877-1878'de Rusya'nın Osmanlı devletine karşı saldırıya geçmesi üzerine Vidin ve Rahova bölgelerinin korunmasıyla vazifelendirilir.Plevne ve Gazi Osman Paşa

Osmanlı'nın ezeli düşmanı Rusya, ilk hücumda ve kısa bir zamanda Osmanlı ordusunu mağlûp edip, İstanbul önlerine varmayı hayallemişti. Bu hayali kuvvetlendirecek hareketler de yok değildi. Kuzeyden hücuma geçecek olan Rusları durduracak iki müdafa hattı vardı. Tuna nehri ve Balkanlar silsilesi... Ruslar bu engeli de hemen hemen hiçbir zorluk görmeden geçmişlerdi.

Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç'in başkumandanlık ettiği Ruslar, Berkofça dağlarını aşmışlar, bugünkü Dobruca ve Bulgaristan topraklarına ulaşmışlardı. Bu ana kadar ciddi bir mukavemetle karşılaşmayan Ruslar hayallerinde İstanbul'u görmeye başlamışlardı... Rusların bu hareketi devam ederken, Osman Paşa'ya Ruslar'a karşı durmak üzere hareket emri verildi. Bunun üzerine Osman Paşa, Vidin'den hareket ederek beraberindeki 25 piyade taburu, 12 süvari bölüğü, 48 sahra topu ve 6 dağ topu ile birlikte, bir haftalık bir yürüyüşle Plevne önlerine gelmiş; şehri Ruslar'dan alarak, derhal doğru dürüst bir kalesi olmayan ve müdafaaya elverişli olmayan Plevne'yi tahkim etmeye girişmiştir.

Balkanlardan güneye sarkmak için Plevne engelini aşmak mecburiyetinde olan Ruslar, henüz yeni gelmiş, Osman Paşa kuvvetlerine karşı 20 Temmuz 1877'de saldırıya geçmiştir. Bu ilk saldırıda, kahraman askerlerimiz başlarında Osman Paşa ile düşmana karşı dururlar. Bu çarpışmalarda Ruslar 2874 ölü ve büyük ölçüde mühimmat bırakarak kaçarlar.

Moskoflar, savaşın başındaki kolay muvaffakiyetleri yüzünden ilerlemelerini devam ettireceklerini ummuşlardı. Fakat bilmiyorlardı ki, karşılarında, tarih boyunca destanlar yazan imanlı askerler ve başlarında da Osman Paşa gibi bir serdar vardı... Tecrübeli, cesur, imanlı kumandanların elinde olan bu şanlı ordu tarih boyunca zaferden zafere koşmuştu... Ruslar maddi güçlerine güvenerek, 30 Temmuz'da yeniden saldırır. Bu defa 184 top ve 50 bin askerle birlikte... Buna mukabil, Osman Paşa'nın elinde 58 top ve 23 bin asker vardı. Bu ikinci saldırıda da hüsrana uğrayan Ruslar, 7305 ölü verdikten sonra, gerisin geri kaçarlar.

Rus ordusu Plevne önlerinde mıhlanıp kalmıştı. Osman Paşa ve maiyyetindeki askerler düşmana göz açtırmıyor, bir adım bile ilerlemelerine müsaade etmiyorlardı...

Bütün dünyanın dikkati Plevne'deydi. Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusuna meydan okuyor, perişan ediyordu. Yakılan türküler yıllar boyu dillerden düşmemiştir.

Karadeniz akmam dedi,

Ben Tuna'ya bakmam dedi,

Yüzbin Moskof gelmiş olsa,

Osman Paşa korkmam dedi.

İman dolu sinede korku izi bulunabilir mi?.. Düşmanın sayı itibariyle çokluğu sarsılmaz imana sahip insanlar karşısında bir kıymet ifade edebilir mi?... Bunun cevabı Plevne'de verilmiştir.

Bütün hırslanyla saldıran Ruslar, Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı askerlerinden yedikleri darbelerden sonra, bütün kuvvetleriyle Plevne önlerine gelmeye başlamışlardı. Rus Çan II.Aleksandr bizzat gelerek muharebeleri yakından takip etmiştir. Son Rus ihtiyatları Plevne önlerine getirilir... Gözleri öylesine korkmuştur ki, bütün bunlarla da yetinilemez. Çar, Romanya Prensi I.Karol'a bir telgraf çekerek yardım ister. Telgraf manalıdır. «İmdadımıza gel! istediğin gibi, istediğin yerden, dilediğin şartlarla Tuna'yı geç! Acele Plevne'de yardımımıza yetiş! Mahvoluyoruz! Hıristiyanlık, dâvasını kaybetmek üzeredir!» Bu telgraf üzerine Kral Karol, 3 piyade, l süvari tümeni ve 108 topla Rus ordusuna katılır...

Ruslar yine perişan oluyor

Ruslar ve Rumenlerden oluşan birlikler Plevne'ye karşı hücuma geçerler. 7 Eylül'den itibaren 432 top, geceli gündüzlü Plevne'yi döğmeye başlar. Dört gün aralıksız devam eden top ateşinden sonra, 11 Eylülde taarruza geçen Ruslar ve Rumenler, ancak kendilerinin dörtte biri kadar olan Osman Paşa kuvvetleri karşısında perişan olurlar. Bu üçüncü saldırıda da Ruslar, 3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15 bin 553 ölü vermiştir.

Plevne önlerinde bu muharebeler devam ederken, Osmanlı ordusu diğer taraftan Sırbistan ve Karadağ ile de savaşmaktaydı.

Plevne iki yönden Ruslar tarafından kuşatılmıştı. Yalnız güneydoğu ve güneybatıdaki Sofya - Plevne yolu açıktı. Muharebe ile Plevne müdâfilerini mağlûp edemeyeceklerini anlayan Ruslar, tam «Rusça» bir yola başvururlar. Plevne'yi dört bir taraftan sararak kuşatma altına almak, böylelikle, erzak ve mühimmat yardımı alamayacak olan kuvvetleri teslime zorlamak...

Bu planı tatbik için 3 Eylül'de, Plevne'nin güneydoğusunda, Osma suyunun doğu kıyısı üzerindeki Lofça'yı işgal ederler. Daha sonra 28 Ekim'de güneybatıdaki Sofya-Plevne yolunu da kapatırlar.

Böylelikle Plevne'yi dört bir yandan kuşatmış oluyorlardı... Müdâfiler erzakları, cephaneleri bitene kadar vuruşmaya devam ederler. Son kurşunu da atıp, yiyecek birşey kalmayıncaya kadar dayandıktan sonra, yine de teslim olmazlar.

Osman Paşa, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp düşman saflarını yararak, beraberindekilerle birlikte düşman hattını geçmeyi planlar ve planını tatbik eder. Vuruşa vuruşa ilerlerken, bir kurşunla dizinden yaralanır. Dizini delip geçen kurşun atına da isabet etmiştir...

Kahraman kumandan yaralı olarak teslim alınır. Rus başkumandanı ve Çar, Osman Paşa'yı tebrik edip kılıcını iade ederler.

Üçüncü Plevne zaferinden sonra, Sultan II.Abdülhamid tarafından «Gazi» unvanı verilen Osman Paşa, bir süre esir olarak Rusya'da kaldıktan sonra, Ayestefanos anlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul'a gelmiştir.

4 ay 23 gün Plevne'de Ruslara karşı koyan ordunun kumandanı Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'a gelişinde, Sultan Abdülhamid bu şanlı askerimizi kucaklar ve «Sen benim yüzümü ağarttın. İki cihanda da yüzün ak olsun!» diye dua eder. Daha sonra Mabeyn müşiri olan Gazi Osman Paşa, vefatına kadar bu vazifede kalır.

Düşmanın dahi takdir etmeye mecbur kaldığı bu faziletli kumandan, marşlarla dillerde, hatırasıyla gönüllerde yaşayagelmiştir. Halâ söylenir:

Kılıcımı vurdum taşa

Taş yarıldı baştan başa

Şanı büyük Osman Paşa

Askerinle binler yaşa...

5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşan Gazi Osman Paşa'nın mezarı Fatih camii haziresinde

38-ALİ EMİRİ EFENDİ
Şehzadebaşı'ndan Fatih Camiine giderken yolun sol tarafında mütevazi bir bina görünür. Tarihî eser olduğu bellidir. Kapısında "Millet Kütüphanesi" tabelası vardır. Bir bahçeden girilen ana yapıda eşsiz el yazması, taş basması eserler bulunmaktadır. Bu kütüphaneyi dolduran binlerce cilt eser Ali Emiri Efendi'nin emeğinin, gayretinin, fedakârlığının, mahsûlüdür.

Ali Emiri Efendi otuz yıl boyunca İslâm Âleminin kültür merkezlerini dolaşıp, varını yoğunu harcayarak bu kütüphaneyi dolduran eserleri toplamıştır. Hiç evlenmeyen Emiri efendi, hayatını, ilme, milletinin kültürünü yükseltmeye adamıştır. Ne yazık ki bu değerli şahsiyet gelecek nesillere layıkiyle tanıtılmamıştır. Hatta kurduğu kütüphanede onun topladığı, kendi imkanlarıyla satın aldığı eserleri okuyanlar bile Emiri Efendi hakkında fazlaca malumata sahip değillerdir.

Ali Emiri Efendi 1857'de Diyarbakır'da dünyaya gelmiştir. Ailesinde değerli ilim adamları bulunan Emiri Efendi küçük yaşından itibaren sıkı bir ilmî çalışmaya girişmiştir.

İlk tahsiline Diyarbakır'da başlayan Emiri Efendi ilk önce Sülüküyye Medresesine devam etmiştir. Daha sonra çeşitli medreselerde ilim tahsil etmiştir. Dinî ilimlerde kariyer sahibi olan Emiri Efendi gece gündüz okuyarak kendisini yetiştirmiştir. Tarih üzerinde çok durmuştur.

Maliye memuru, bilahare Müfettişi olarak Devlet Hizmetinde geçen otuz yıl müddetince her gittiği yerden değerli kitapları toplamıştır. Bu uğurda bütün maaşını ve kazancını vermiştir.

Anadolu ve Rümelinde muhtelif şehirlerde memurluk yapan Emiri Efendi en fazla kitaplara merak salmış ve nerede değerli bir kitap olduğunu duymuşsa her türlü fedakârlığı göze alarak gidip o eseri almıştır. Onun kitap aşkına bir misal vermek isteriz:

Ali Emiri Efendi tarafından tesis olunan Millet Kütüphanesi

Emiri Efendi, İşkodra ve Yanya vilayetleri maliye müfettişi iken, sırf Yemen'deki değerli eserleri toplamak için, Yemen Defterdarlığına talip olmuş ve Yemen'e gitmiştir.

Emiri Efendi'nin şimdi Türkiye'de, belki de dünyada tek nüsha olan Kaşarlı Mahmud'un değerli eseri Divan-ı Lügat'üt Türk'ü bulup kültürümüze kazandınşı da hayi enteresandır.

Yaşlıca bir kadın ihtiyacı olduğundan kendisine miras kalan bazı kitapları satmak ister ve kitapları sahaflar çarşısına getirir. Bu kitaplar arasında çok eski bir kitap kimsenin dikkatini çekmez. Emiri Efendi âdeti üzerine sahaflarda kitapları karıştırırken bu eski kitap gözüne çarpar. Bu kitabın, nüshası bulunmayan Divan-ı Lügat'üt Türk olduğunu anlayınca üzerindeki bütün parayı kitapçıya verir ve kitap için istenen ücretin kalanını eve giderek getireceğini, kitabı kimseye satmamasını söyler. Bu esnada ne olur ne olmaz diyerek te kitapçının üzerine kapıyı kilitler. Eve kadar gitmeye de tahammül edemez ve yolda rastladığı ahbaplarından aldığı borç parayı getirip kitapçıya vererek eşsiz eseri alır.

Bu eşsiz eseri üç gün üç gece aralıksız Kilisli Rıfat Beyle birlikte inceler. Üç gün boyunca sadece namaz kılmak için çalışmalarına ara verir ve yemek dahi yemez. İnceleme bittikten sonra Emiri Efendi, böylesine değerli bir eseri ilim dünyasının kazanmasına kendisini vesile kıldığı için Cenab-ı Hakka hamdeder ve iki rekat şükür namazı kılar.

Emiri Efendi bu şekilde derlediği on beş bin ciltlik kültür hazinesiyle Fatih'te Feyzullah Efendi Medresesinde şimdiki kütüphaneyi kurmuş ve ölünceye kadar da bu kütüphanede hafız-ı kütüplük yapmıştır.

İşgal sırasında İngilizlerin ve başka müsteşriklerin (yabancı islam araştırmacıları) 30-40 bin altına varan satın alma tekliflerini şiddetle reddetmiştir.

Son derece mütevazi olan ve İslamiyyeti yaşamadaki hassasiyetiyle tanınan Emiri Efendi, bütün servetini ve ömrünü milletine vakfetmiştir. Emiri Efendi, milletinin ancak, kültür vasıtasıyle, ilmi elde etmesiyle, mazisine, mefahirine sahip çıkmasiyle, dinine sımsıkı sarılmasiyle terakki edeceğine inanmıştır. "Millet" başlıklı şiirinde milletine karşı duyduğu hisleri şöylece terennüm etmiştir:

Hünerverfer yetişsün san'at îcâd eylesün millet,

Hamiyyetle çalışsun mülki âbâd eylesün millet.

Çıkar seyret ne İbn Rüşdlerle İbn Sina'lar,

Hele bir kerre azm-i râh-ı ecdâd eylesün millet.

Süleymâne teşebbüs Fâtihâne itinalarla

Bekada, halde Faruku dilşâd eylesün millet.

Olur elbet ne Hayreddinler, Turgutça'lar paydâr,

Yine Bahr-i Hind'de sâîmüz dâd eylesün millet.

Kerîm ol hizmet-i mille t'te candan öyle sat et kim,

Hamiyet-i sâff-ı bâlâsında tâdâd eylesün millet.

Vatan evlâdıyız hep dahli bu kadar bunda edyânın,

Çalışsın ittihad-ı ârâ ile ad eylesün millet.

Umumi bir uhuvvet hâsıl eylesün nûr-u ismetiyle,

Bütün birbirine şevkatle imdâd eylesün millet.

Bu gafletle geçerse ey "Emîri" asr-ı hâzırda,

Mezaristan içinde nazmımı yâd eylesün millet."

Emiri Efendi şahsiyeti ve karakteriyle de milletine örnek olmuştur. Fenne çok meraklıdır. Çok çalışkandır. Dinî, millî değerlere dil uzatan herkese karşıdır, onları hiç sevmez. Osmanlı kültürüne, Osmanlı sultanlarına, büyüklerimize büyük hürmeti vardır. İsimlerini hürmetle anmaktadır. Ne pahasına olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Son derece doğru sözlü, dürüst ve merttir. Son derece fedakardır. Büyüklerimize dil uzatılmasına tahammül edemez.

Doğru bildiğini çekinmeden söylemesine şu vak'ayı misal olarak verebiliriz: Talat Paşa'nın sadrazamlığı esnasında, Paşa'nın da bulunduğu bir toplantıya Emiri Efendiyi davet ederler. Sohbet esnasında, Talât Paşa'nın muhtelif mevzulardaki sathî değerlendirmeleri karşısında Emiri Efendi Paşa'ya dönerek:

"-Paşa, paşa kaç cilt kitabınız var?" der. Talât Paşa:

"-30-40 tane kadar." cevabını verir. Bunun üzerine Emiri Efendi;

"Paşa, halktan utanmazsan Allah'tan kork. Ulema olmayan, Milletin ve devletin meselelerini çok iyi bilemeyen devlet adamı olamaz. Kitabı olmayan sadrazam olamaz. Sen millete ne vereceksin?" der.

Emiri Efendi hoşlanmadığı insanlara hiç yüz vermemiştir. Mesela Ziya Gökalp'ten hoşlanmaz. Gökalp'in ısrarla Divan-ı Lügat-üt Türk'ü görmek isteme talebini reddeder ve araya sevdiği dostlarının da girmesine rağmen Gökalp'e kitabı göstermez...

Değerli bir şair olan ve şiir yazabilecek kadar Arapça ve Farsça'yı iyi bilen Emiri Efendi'nin elliye yakın telif eseri bulunmaktadır. Eserlerinden bazıları şunlardır: Levami'ül Hamidiyye, Cevahir-ül Mülük, Ezhar-ı Hakikat, Yavuz Sultan Selimin Türkçe Eş'arının Tahmisi, Osmanlı Vilayet-i Şarkiyyesi (Diyarbekir), Yemen Hatırası, Mir'at-ül Fevaid...

Emiri Efendi bu değerli eserlerinden, ilminden, şairliğinden ziyade ilim ve kültür âlemine nadide eserler kazandırması, topladığı kitapları milletine armağan etmesiyle tanınmıştır.

Emiri Efendi'nin kültür dünyamıza kazandırdığı eşsiz eserlerden bazıları şunlardır:

"Cerrahiyyet-ül Hâniyye", dünyada ilk cerrah olan ve çok başarılı ameliyatlar yapan ve bütün bunları minyatürlerle kitabında gösteren Sabuncuoğlu Şerafeddin Bilâlî'nin eşsiz eseri... Bu kitapta bazı mühim ameliyatların yapılışı ve ameliyatta kullanılan aletler resimlerle gösterilmiştir.

Âşık Çelebi Tezkiresi: Âşık Çelebi'nin yazmış olduğu "Meşâir-i Şuara" isimli eserdir. Eserde 79 minyatür bulunmaktadır. Bu minyatürler şairler hayatta iken yapılmışlardır.

Kıyafatü'l İnsaniye Fi Şemâili'l-Osmaniye:

Seyyid Lokman'n, insanın fizikî yapısına bakarak karakter tayin etme ilmini muhtevi eseridir.

Emiri Efendi ayrıca cilt bakımından da eşsiz eserler toplamıştır. Bunlardan "Muhibbi Divanı"üstü bordro meşin üzerine gümüşle işlenmiştir. Son derece değerli bir nüshadır.

23 Ocak 1924'te vefat eden Emiri Efendi'nin cenaze merasiminde son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi de bulunmuştur.

Mütevazi, ihlaslı bir zat olan Emiri Efendi yaptıklarıyla milletin gönlünde yer etmiştir. Kültürümüze eşsiz eserler kazandıran Emiri Efendiyi rahmetle, şükranla yâdederken hakkındaki yazımızı Yahya Kemal'in yazdığı "Ali Emiri'ye Gazel" şiiriyle noktalamak istiyoruz.

Şöyle diyor Yahya Kemal gazelinde:

"Muhtaç isen füyuzuna eslâf pendinin

Diz çok önünde şimdi Emiri Efendi'nin

Âmid o şehr-i nur öğünsün ile'l-ebed

Fazl ü faziletiyle bu necl-i bülendinin

İklim-i Rûm'u gezdi otuz yıl taraf taraf

Bir maksadıyle tab'-ı nefâ'is-pesendinin

Yekpare nur olan bu kütüphâne-î nefis

Yekpare servetiydi bu âlemde kendinin

Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete

Hayranı oldu halk eser-î bîmenendinin

Yâ Fahr-ı Kâinaat sen iyfâ et ecrini

Divân-ı Kibriya'da bu Şark ercümendinin

39-KOCA SEYİT 

Çanakkale önlerinde tarihte ender görülen bir muharebe cereyan etmekteydi. Bir yanda dünyanın en gelişmiş askeri vasıtalarına sahip ve sayıca çok kalabalık Batı ülkeleri, diğer tarafta vatanlarını müdafaa için cepheye koşup; düşmanın topuna, tüfeğine iman dolu göğsünü siper eden Mehmedcik...

Anadolunun cihangir ruhlu yiğitleri, şanlı fakat talihsiz devletlerinin elde kalan kısmını müdafaa için cansiperane vuruşmakta. Düşman zırhlılarının yağdırdığı güllelere, yaylım ateşe karşılık vermekte, düşmana adım attırmamaktadır.

Her hususu gözönünde bulundurduklarını zanneden ve hesaplarına göre en geç üç günde Çanakkale'yi aşacaklarını hesap eden düşmanlar yanıldıklarını acı bir şekilde görecek ve zelil bir halde kaçacaklardır Çanakkale önlerinden. Onlar kaçarken, geride Mehmetçiklerin kanları, canlan pahasına kazanıp evlatlarına ithaf ettikleri şanlı bir hatıra kalacaktır.

Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık tabloları çizilmiştir. İşte böyle tablolan çizenlerden birisi de Koca Seyyit'tir.

1889'da Balıkesir'e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, çocukluğundan itibaren gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir. Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten "Koca" lakabı verilmiş ve "Koca Seyyid" diye tanınmıştır.

1909'da vatani vazifesine yapmak üzere askere giden Koca Seyit üç senelik asker iken 1912'de Balkan harbi patlak vermiş, Seyit de birliğiyle birlikte savaşa katılmıştır. 1913'te Balkan savaşının sona ermiş olmasına rağmen Seyit terhis edilmemiştir.

1914'te Birinci dünya savaşı patlak verince Seyit de Çanakkale'de topçu eri olarak vazife almıştı.

Çanakkale Boğazı'nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit'le birlikte kırk kişi vazifeliydi.

17 Mart 1915'te Çanakkale'deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi. Ertesi gün, düşmanın büyük bir hücuma geçeceği haber alınmıştı.

Seyit Onbaşının bataryasında da hazırlıklar tamamlanmış ve düşmanın taarruzu beklenmeye başlanmıştı.

18 Mart 1918'de ilk önce Fransız daha sonra İngiliz zırhlıları Çanakkale boğazında görülmüşlerdi. Kıyılan yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi.

Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükselmekteydi, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu.

İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu.

Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı. Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı. Durumun kritik oluşunu gören batarya komutanı "sığınağa!" emrini vermişti. Fakat batarya erleri sığınağa ulaşmadan müthiş bir gürültü kopmuş, sanki yer yerinden oynamıştı. Koca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu.

Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı.

Sağlık erlerinin müdahelesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti. Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı.

Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı.

Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu. Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına "yardım et de mermiyi yükleneyim" demiş, ardından da "Ya Allah" diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtlamıştı. 276 kiloluk yüküyle 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit. Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti. Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra "Ya Allah, bismillah!" diyerek topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı. Koca gemi isabet almıştı. Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu. Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini. Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı.

Düşmanlar Mecidiye bataryasının safdışı edildiğini zannetmekteydiler. Kilitbahir cephesindeki komutanlar da aynı kanaate varmışlardı. Fakat Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı işte.

Batarya komutanı Hilmi Bey derhal Mecidiye bataryasına koşmuş ve topu Seyitle arkadaşının ateşlediğini öğrenmişti. Hemen oracıkta onbaşı rütbesini takmıştı Seyit'e. Komutanlar takdirlerini bildirmekteydi. Seyit ise Anadolu insanının tevazuu ile kızarmakta ve "fazla birşey yapmadığını, sadece arkadaşlarının intikamını aldığını" söylemekteydi. "Nasıl yaptın?" sualine ise şu cevabı veriyordu. "Cenb-ı Hakkın yardımıyla."

Koca Seyit'in Ocean'ı batınşı bir anda her tarafa yayılmıştı. Mehmedcik taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu. Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti. Düşman Çanakkale'yi geçememişti. Geçemiyecekti de...

Çanakkale kahramanlarından Koca Seyit 1918'de terhis edilmişti. Köyüne dönen Seyit geçimini temin için çalışmaya başlamıştı. Fakat hain gözler cennet vatanın üzerinde olunca rahatlık yoktu.

Düşmanların hücumları bitmiyordu. Daha düne kadar Osmanlı devletine bağlı olan "uşak tabiatlı" Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'i, 28 Mayıs 1919'da da Ayvalık ve Edremit'i işgal etmişti. Vatan istila altındaydı, Çanakkale'nin şanlı gazisi Seyit onbaşı durabilir miydi? Durmadı ve işgal haberini alır almaz cepheye koştu.

Karış karış vatanını müdafaa eden yediden yetmişe Anadolu insanıyla omuz omuza verip vuruşuyordu. Koca Seyit, Ordunun 26 Ağustos 1922'de başlattığı büyük taarruza da iştirak etmiş ve 28 Ağustos'ta cereyan eden muharebede iki yerinden yaralanmıştı. Büyük zaferin kazanıldığını hastanede yatarken öğrenmişti Koca Seyyit. Dünyalar kendisinin olmuştu. Artık asırlardır olduğu gibi şanlı bayrağı semalarda hür olarak dalgalanacak, Ezan-ı Muhammedi vatan semalarından eksik olmayacaktı.

Savaşın kazanılmasından sonra mütevazı hayatını devam ettirmişti. Koca Seyyid, fakirdi, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için binbir meşakkatle dağdan odun getiriyor, odun kömürü yapıp satıyordu.

Koca gazinin madalyası bile yoktu. O da "müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar" diyenlere, "Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. 'Ya şehid olacağız ya gazi' dedik. Ücretini Cenab-ı Allah'tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasib etti" demiştir.

1939 yılının Aralık ayında vefat eden Koca Seyit geride maddî hiç bir servet bırakmamıştı. Madde bakımından belki dünyanın en fakir insanıydı, fakat, şanlı tarihe malolan şanlı hatıralar bırakmıştı.

40-ŞAHİN BEY
Asırlar boyunca hür yaşamış necip milletimiz, hürriyetlerine, vatanlarına, dinlerine müteveccih tecavüzleri bertaraf etmek için canlarını seve seve feda etmişlerdir. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur.

İstiklal Harbi neticesindeki muhteşem zafer, binlerce aziz şehidin kanlarıyla yazdıkları eşsiz bir detandır.

Binlerce vatan evlâdı, vatanlarının tehlikede olduğunu görünce düşmanın önüne dikilmişlerdir. Onlar Allah'ın rızasını gaye edinmişlerdi ve ebedî hayatı arzulamaktaydılar. Bu yüzden dünyalıklara ve dünyaya ehemmiyet vermemiş, hayatı sadece bu dünyadaki safhadan ibaret bilen maddenin esirlerine meydan okumuşlardır.

Antepli Şahin Bey de istiklal harbinin aziz şehitlerindendir. Tek başına düşmana meydan okumuş, "Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez." demiştir. Bu kahramanın hayatı, fedakarlıklarla doludur, yeni nesil için ibret levhasıdır.

Hayatı-İstiklal Harbine Katılışı

Şahin Bey 1877'de Gaziantep'de doğmuştur. Asıl adı Mehmed Said'dir. 1899'de Yemen'e er olarak giden Mehmed Said, Yemen cephesinde gösterdiği muvaffakiyet ve kahramanlık üzerine başçavuş olmuştur.

Mehmed Said 1911'de Trablusgarb harbine gönüllü olarak katılmış, Balkan savaşlarında Çatalca cephesinde savaşmıştır.

Galiçya'da 15. Kolorduda savaşan Mehmed Said, 1917 Ekiminde Sina Cephesinde vazife almıştır. Tehlikeli vazifelere gönüllü olarak koşan, vatanperverliği, ahlakı ile dikkatleri üzerinde toplayan Mehmed Said'in rütbesi teğmenliğe yükseltilmiştir.

1918'de İngilizlerle Sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düşmüştür. Mısır'daki İngiliz esir kampında 1919 Aralık ayı başlarına kadar esir olarak kalan Mehmed Said, ateşkesden sonra serbest bırakılmıştır.

Şahin Bey, 13 Aralık 1919'da İstanbul'a gelmiş, Harbiye Nezaretine müracaat ederek vazife istemiştir. Harbiye Nezareti tarafından Urfa'nın Birecik kazası Askerlik Şubesi Başkanlığına tayin olunan Şahin Bey, İşgal altındaki Antep'in vaziyetini görerek Antep'te kalmaya karar vermiştir.

Antep Heyet-i Merkeziyesine müracaat ederek vazife isteyen Şahin Bey, heyetin kendisine Kilis-Antep yolunu kontrol altında tutma vazifesini vermesi üzerine derhal çalışmaya başlamıştır.

Yıllardır evinden, ailesinden, çocuklarından ayrı kalan Şahin Bey, kendisine verilen vatan hizmetinin mesuliyetini omuzuna aldıktan sonra derhal hizmet mahalline koşmuştur. Yıllar sonra döndüğü evinde ise ailesi ve çocukları arasında ancak bir gün kalmıştır.

1920 yılı Ocak ayı başlarında köyleri dolaşarak cihadın ehemmiyetini ve faziletini anlatan Şahin Bey, kısa zamanda 200 fedai toplamıştır.

Kilis-Antep yolu, Antep harbinin kilit noktasıdır. Ne yapılıp edilmeli Fransızların bu yoldan Antep'teki işgal birliklerine yardım ulaştırmalarına engel olunmalıdır. Şahin Bey kendisine haber gönderen Anteplilere şu cevabı vermektedir:

"Müsterih olunuz. Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez!"

5 Kasım 1919'da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransızlar bir türlü Anadolunun bu güzel beldesini işgale muvaffak olamamakta, şehir halkı, sınırlı imkânlarıyla karşı koymaktadırlar. Fransızlar bütün ümitlerini Kilis'ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır. Fakat, o yolu da Şahin Bey bir avuç serdengeçtisiyle tutmuştur.

Şahin Bey ve fedaileri 3 Şubat'ta ve 18 Şubat 1920'de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan etmişlerdir.

Şahin Bey, zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektupta şöyle demektedir:

"Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şühedâ kanı karışıktır... Din için, namus için, hürriyet için ölüme atılmak bize, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Bir gün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza."

Sürüyle saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişan olmanın şaşkınlığına düşmüşlerdi. Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep'e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij, meselesi olmuştur.

Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920'de Andorya kumandasında yola çıkar. Bu Fransız küvetleri sekiz bin piyade ve iki yüz süvariden oluşmaktaydı. Ayrıca bu Fransız birliğinde, bir batarya top, 16 Ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank mevcuttu.

Kahraman Şahin Bey, ancak yüz kişiyi bulan fedâileriyle düşmanın karşısına dikilmişti. 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve Şahin Bey düşmana ağır kayıplar verdirmiştir.

Şahin Bey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedailerin manevî kuvvetlerini yükseltmeye çalışıyordu. Sırtındaki kaputu çıkartıp nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şahin Bey, her hareketiyle örnek olmaktaydı.

28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahin Bey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeyi tavsiye edenlere şöyle diyordu:

"Düşman buradan geçerse ben Ayıntab'a ne yüzle dönerim, düşman ancak benim vücudum üzerinden geçebilir."

Çatışmanın 4.günü Öğleye doğru Şahin Bey'in yanında 18 kişi kalmıştı. Onların da şehadet şerbetini içmelerinden sonra tek başına kalan Şahin Bey, son kurşunu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir.

Atacak kurşunu kalmayan Şahin Bey tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur. Silahsız Şahin Bey'in yanına yaklaşamayan düşman askerleri uzaktan ateş ederek Şahin Bey'i şehit etmişler, ardından süngü darbeleriyle aziz nâşını parça parça etmişlerdir.

28 Mart 1920'de şehadet şerbetini içen Şahin Bey'in ağzından dökülen son söz şu olmuştur. "Allah'ım vatanımı kurtar, alçak düşman! Gel sen de süngüle" Şahin Bey'in şehadet haberi şehre gelince yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür:

Şahin'i sorarsan otuz yaşında,

Süngüyle delindi köprü başında.

Çeteler toplanmış ağlar başında.

Uyan şahin uyan gör neler oldu.

Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu.

Şahin Bey, istiklal meş'alesini tutuşturmuş, onbinlerce Şahinler, tutuşturulan bu meş'aleyi söndürmemek için vargüçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır. Şahin Bey'in 11 yaşındaki oğlu Hayri de gönüllü olarak savaşa katılmış ve bütün çatışmalarda yer almıştır.

Şair o yıllarda Ayıntaplılara şöyle seslenmektedir:

"Düşünme arkadaş, Allah büyüktür,

Alamaz bir tek taş Allah büyüktür,

Sen çalış ve uğraş Allah büyüktür.

Sönmesin İslâmın parlak yıldızı..."

Cenab-ı Hakka istinad edenler düşmana tek bir taş vermemek için 11 ay düşmana kan kusturmuşlar ve din için, millet için vatan için, altı bin şehid vermişlerdir.

41-MEHMED AKİF ERSOY 
Sevr antlaşmasından sonra düşman baskısına maruz kalan vatanın semâlarını kara bulutlar kaplamıştı. Asırlar boyu esaret nedir bilmeyen bir millet mahzundu, kederliydi... Bu vatan semâlarında dalgalanan şanlı sancak ve asırlar boyu vatan semalarını çınlatan Ezan-ı Muhammedi dinecek miydi?.. İşte bu esnada gönüllere su serpen ümit mayası aşılayan gür bir ses şöyle haykırıyordu:

 

"Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden Yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlıyacak,

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,

Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım."

Bu ses, Mehmed Akif in sesiydi. İstiklal marşıyla millete böyle sesleniyordu. Aynı ses, Balkan harbi esnasında; Beyazıt, Fatih, Süleymaniye camii şeriflerinden, milli Mücadele'de Balıkesir Zağanos Paşa, Kastamonu Nasrullah ve daha pek çok camilerden millete seslenmişti...

İlk önce ümitsizliğe karşı çıkmış, daha sonra fikir birliği için, İslam Birliği için çalışmaya başlamıştı.

"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez"

diyerek tefrikanın dehşetine dikkatleri çeken Akif hiçbir vakit ümidini kaybetmiyordu. Şöyle sesleniyordu necib milletine:

"Değil mi cephemizin sinesinde iman bir

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir

Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz!...

Ve Mehmed Akif in dediği gibi yedi düvel saldırsa da bu cephe sarsılmayacaktı, sarsılmamıştı. İstaklal, Hakka tapan milletindi ancak... Ve "İla-yı kelimetullah" için didinen bir millete Cenab-ı Hakkın armağanıydı, ihsanıydı istiklal...

Mehmed Akif şiirleriyle, makaleleriyle vaazlarıyla bu milletin dertlerini dile getirmiştir. O hislenişiyle, heyecanıyla, yaşayışıyla bu milletten bir parçaydı. Bu necib milletin tercümanı, san'atkârı, bir temsilcisiydi. Bu yüzdendir ki millet onu muhabbetle bağrına basmış, aradan yıllar geçmesine rağmen unutmamıştı. Unutmayacaktı da... Her sabah vatan evladları "İstiklâl Marşı "nı gür sesle söylemekte, mânâsını ruhlarına sindirmektedir...

Hayatı-Şahsiyeti

Mehmed Akif in hayatına bakıldığında onu vatan şairi, İslâm şâiri yapan unsurların ne kadar yerli ve asil olduğu görülecektir.

Akif, 1873 yılında Fatih Sarıgüzel semtinde her köşesine Kur'an sesi sinmiş mütevazi bir evde dünyaya geldi. Babası, Fatih müderrislerinden İpekli Tahir Efendi'dir. Annesi Buhara Türklerinden Emine Şerife Hanım'dır.

Çok âbid ve zâhid ebeveynin çocuğu olmak saadetini tadarak dünya misafirhanesinde günlerini geçiren Akif, henüz çok küçük yaşından itibaren anne ve babasından ibâdetin vecdini, zevkini, heyecanını tadarak hayat mektebinin ilk basamağını adımlamaya başlamıştı.

Konuşmaya başladığı andan itibaren babası ona Kur'an-ı Kerim'den âyetler ezberletmeye başlamıştı.

Henüz dört yaşındayken de Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde ilk tahsiline başlamıştı. Daha sonra yine Fatih'te muvakkitha'nenin yanında ilk mektebe devam etti. Ardından Fatih Merkez Rüştiyesini ve daha sonra da Mülkiye'nin idâdî kısmını bitirdi.

Bu tahsil devresi esnasında bir taraftan da babasından Arapça, fıkıh, tefsir gibi dinî ilimler tahsil etmekte, Esad Dede'den de Farsça dersleri almaktaydı. İlme ve ilim tahsiline doymak bilmiyordu âdeta...

1887 senesine kadar tahsil hayatı kesintisiz devam etmiştir. Bu sene içerisinde üst üste gelen iki acı, Akif i kedere boğmuştur. Hem hocası, hem arkadaşı olan babası bu sene içerisinde vefat etmişti. Pederinin vefatından sonra büyük Fatih yangınında evleri yanmıştır. Bu hadiselerden sonra ailesinin mesuliyeti de omuzlarına yüklenen Akif, Halkalı Ziraat ve Beytar Mektebine girerek yüksek tahsilini tamamlamış ve hayata atılabilecek duruma gelmiştir.

Okulu bitirdiği 1893 senesinden memuriyetten ayrıldığı 1913'e kadar çeşitli vazifelerle Anadolu ve Rumeli'de bulunmuştur. Memuriyeti esnasında bir yandan da, Halkalı Ziraat ve Ziraat Makinesi mektepleriyle, İstanbul Darülfünununda edebiyat ve kitabet dersleri vermiştir.

Balkan harbinin arkasından memuriyetten ve Darülfünundan istifade etmiştir. Akif o andan itibaren bütün mevcudiyetiyle vatan hizmetine koşmuştur. Balkan faciasını müteakip İstanbul'un selâtin camilerinde binlerce İstanbulluya verdiği vaazlarında mağlubiyetin sebeblerini tahlil ediyor ve ümitsizliğe yer verilmemesini ihtar ederek ümidvâr olmalarını, ayrılığa asla yer verilmemesini, birlik ve beraberlik içerisinde olunmasını, Cenab-ı Hakka bağlılıktan ayrılınmadığı müddetçe zaferin er geç kendilerinin olacağını söylüyordu.

Akif, 1918 yılında İslam'a yapılan hücumlara ilmi cevap vermek ve saldırıları ikna edici delillerle susturmak, İslam Âleminde ortaya çıkan birtakım dinî meseleleri halletmek için kurulan "Darül Hikmet-il İslâmiyye" de vazife yapmıştır.

İstanbul'da hizmet vasıtasının tamamen kaybolması üzerine de mücadelesini sürdürmek üzere Anadolu'ya geçmiştir.

Milli Mücadele'de Akif

Milli Mücadele saflarında yer almak için Ankara'ya giden Akif i çeşitli bölgeleri dolaşarak halkı aydınlatırken görüyoruz... Vaaz ve nasihatlarıyla mücadelenin ehemmiyetini dile getiren Akif, her gittiği yerde büyük alâkayla karşılanıyordu.Konuşmalarıyla milletin hissiyatını dile getiriyor. Milletin hissiyatına, ruhuna hitap ediyordu.

6 Şubat 1920 günü Balıkesir Zağnos Paşa Camiini tıklım tıklım dolduran ahâliye şöyle sesleniyordu Akif:

"Ey cemaati Müslimin! memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücâhedâtımızda bir noktaya son derece dikkat etmelisiniz! Bu hareketlerin, bu himmetlerin sırf müdafai din ve vatan gayesine müteveccih olduğu yar ve ağyar nazarında tamamiyle anlaşılmalıdır. Fırkacılık, menfaatcilik, komitecilik gibi hislerden külliyen müberra olduğuna yakındakilere uzaktakilere tamamiyle kanaat gelmelidir. Bu kanaati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze kimse tarafından meydan verilmemelidir."

Yine devamla şöyle diyordu:

"Cemaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife-i vataniye, bir farizâ-i diniye vardır ki onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu nâmerd taarruza karşı koymak, kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar... Her fert için farz-ı ayın olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır."

Akif in bu vazlan kulaktan kulağa her tarafa yayılıyordu. Kastamonu Nasrullah Camiinde verdiği vaaz ise Yurdun çeşitli yerlerinde camilerde okunmuş, bastırılarak her tarafa dağıtılmıştır.

İstiklal Harbi esnasında I.Büyük Millet meclisine Burdur mebusu olarak giren Akif bu devrede 17 Şubat 1921'de İstiklal Marşı'nı yazmıştır. Millet meclisince yüzlerce şiir arasından seçilerek 12 Mart 1921'de kabul edilen İstiklal Marşı, mecliste tekrar tekrar okunmuş, vecd içerisinde ayakta dinlenmiştir...

Bu esnada yazdığı şiirler dillerden düşmüyordu. Cepheye giden kahraman Mehmedçiğe şöyle sesleniyordu Akif:

"Yurdunu Allaha bırak çık yola

"Cenk"e deyip çık ki vatan kurtula.

Böyle müyesser mi gaza her kula

Haydi, levend asker, uğurlar ola."

Bütün şiddetiyle Anadoluya saldıran düşmanlar karşısında imanlı göğsünü siper edenlere kuvve-i maneviyye olarak Akif in sesi çınlıyordu siperlerde:

"Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz.

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i namusun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehid olsun."

...Ve azimle, imanla büyük savaştan yüz akıyla zaferle çıkılmıştı.

Akif in İstiklal Harbinden sonraki devresi vatandan cüda geçmiştir.

Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine 1923'te Mısır'a gitmiştir. Daha sonra aralıklarla tekrarlanan bu Mısır seyahati, 1926'dan 1936'ya kadar 10 sene fasılasız sürmüştür. Bu devrede Akif fikrî mesâisi yanında Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk edebiyatı dersi okutmuştur.

1936 senesi sonlarında hastalanması üzerine Vatana dönen Akif, 26 Aralık 1936 günü akşamı Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Aziz naşı ebedî âlemin ilk kapısı olan Edirnekapı'daki şehitlikte bulunan mezarlığa binlerce gencin elleri üzerinde taşınmıştır...

Fikirleri-şahsiyeti

Akif, İslama ruhu canıyla bağlı bir şahsiyet olarak İslâmı lisanı hali yanında kaliyle de müşahhas olarak anlatmıştır. Akif, İslamiyetin gericilik ile asla alakası olmadığım, müsbet ilimlerle dinî ilimlerin beraber götürülmesi lazım geldiğini söylüyordu.

Miskinliğin İslamiyyette yeri olmadığını bilakis İslamiyyetin gayret dini olduğunu haykırıyordu. Şöyle diyordu Akif:

"Şehâmet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır, Hakiki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır." İslam Birliği'nin önde gelen savunucularındandı. Mekteplerde, ahlaktan millî şuurdan, inançlardan taviz verilmeden tedrisat yapılmasını müdafaa ediyordu...

Gençleri çalışmaya, gayret etmeye, yükselmeye teşvik ediyordu.

Zaten kendi tahsil hayatı gelecek nesillere müşahhas bir misaldi. O, yüksek tahsili esnasında aynı sınıfta bulunan Ermeni ve Yahudi gençlerle birincilik mücadelesi yapmış, "Bir gayrı müslimden geri kalmamak için" vargücüyle çalışmış ve her ikisini de geçerek sınıfının ve okulunun birincisi olmuştur.

Akif gayet mütevazi bir şahsiyetti. İnancından asla taviz vermezdi. Dine karşı vaki en ufak hücumlara tahammül edemez, derhal ona haddini bildirmek isterdi. Bu vasıfları yüzündendir ki milletle arasında muhabbet bağları örülmüş ve her zaman hayırla yâdedilmiştir.

Eserleri

M.Akif in düz yazı eserleri de varsa da en fazla manzum eserleriyle tanınmıştır. Manzumeleri SAFAHAT adı altında bir kitapta toplanmıştır. Safahat şu yedi kitaptan meydana gelmiştir: Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hâtıralar, Âsım, Gölgeler...

Mensur eser olarak: Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad'da yüz kadar makale ve hasbuhali yayınlanmıştır. Ayrıca 50 kadar tercümesiyle 10 kadar mev'izesi vardır.

Arapça, Farsça ve Fransızca'ya vâkıf olan Mehmed Akif in tercüme ettiği başlıca eserler şunlardır: Müslüman Kadını (Ferid Vecdi Bey'in eseri) Hanoto'ya Karşı İslâmı Müdafaa, Anglikan Kilisesine Cevap (Abdülâziz Çaviş), İçkinin Beşer Hayatında Açtığı Rahneler (Abdülâziz Çaviş), İslâmlaşmak (Said Halim Paşa)

 

 
 
  Bugün 5 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!