tarihogretmeni şaban ersoy
  tarihte önemli şahsiyetler 3
 

25-BADAT VE REVANIN FETHİNDE BÜYÜK KAHRAMANLIK GÖSTEREN SADRAZAM 
KEMANKEŞ MUSTAFA PAŞA
Şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının olduğu yerde büyük bir kahraman yatmaktaymış. "Yatmaktaymış" diyoruz, çünkü göründüğü gibi şimdi orada mezar yok. Medrese de yok. Koca türbe de yok. "Nereye gider koca türbe?" demeyiniz sakın! Hicranlı yüreklere hançer vurmuş olursunuz. Evet, nice büyüklerinki gibi, Kemankeş Mustafa Paşa'nın da türbesi yok edilmiş malesef...

Meydan açılacak. Planı yapanlar bakmışlar ki orada koca binalar var. Kimdir, necidir, demeden vurmuşlar kazmayı binanın temeline ve iki katlı mâmur medreseyi ve Mustafa Paşa'nın türbesini yerle bir etmişler. Ve orayı meydan yapmışlar.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın mezarını ararken öğrendik bu acı hakikati. Tarihî kaynaklar, Kemankeş Mustafa Paşa'nın Bayezid Camii ile Çorlulu Ali Paşa Camii arasındaki kendi medresesi yanında bulunan türbesine defnedildiğini yazmaktadır. Fakat bahsedilen yerde öyle bir türbe yoktur. "Çünkü Mustafa Paşa'nın türbesi şimdiki Çarşıkapı otobüs durağının bulunduğu yerdeymiş. Yanında da iki katlı güzel bir bina olan medresesi varmış. Yol yapılırken türbe ve medrese yıkılmış. Böylece hiçbir iz kalmamış ve bu iki eser de yok olup gitmiş.

Kendisine türbesinde haşir sabahında uyanmak üzere yatması bile çok görülen Mustafa Paşa kimdi? Cevabını, bazılarınca yıkılmak, yakılmak ve unutturulmak istenilen tarihimizin mazi aynasına bakarak alıyoruz.

Mustafa Paşa 1592'de Arnavutluk'ta dünyaya gelmiştir. Genç yaşında yeniçeri ocağına intisab ederek savaşlara katılmıştır. Gayreti, çalışkanlığı ve maharetiyle dikkatleri çekmiştir. Ok atmadaki ustalığından dolayı "Kemankeş" denilmiştir. Herkes tarafından sevilip takdir edilen Kemankeş Kara Mustafa süratle terfi etmeye başlamıştır. 1634'te Sekbanbaşı olmuş, IV.Murad'ın Leh seferi dolayısiyle Edirne'ye gidişgelişinde yanında bulunmuştur. Padişah, yakından tanıdığı Kemankeşi çok takdir etmiş ve Revan seferinin .hazırlıkları devam ederken, 23 Mart 1635'te Yeniçeri Ağası yapmıştır.

Böylece mühim bir vazifeyle Revan seferine iştirak eden Kemankeş Mustafa Paşa, Revan'ın muhasarası esnasında büyük kahramanlık göstermiştir. Askerlerin önünde vuruşarak onlara moral vermiş ve Revan'ın fethinde büyük rol oynamıştır.

Aynı şekilde Bağdad'ın kuşatılması ve fethinde de Kemankeş Mustafa Paşa'nın büyük fedakarlıkları görülmüştür. Sultan IV.Murad, Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa'nın Bağdad muhasarası esnasında şehid olması üzerine Kemankeş Mustafa Paşa'yı sadrazam yapmıştır.

Bağdat'ın fethinden sonra padişah İstanbul'a dönmüş, Mustafa Paşa Bağdat kalesini tamir ettirip, şehrin idaresini yoluna koyduktan sonra İran içlerine doğru yürümüş ve nihayet, 17 Mayıs 1639'da Kasr-ı Şirin'de Safevilerle Osmanlı Devletinin lehine olan bir anlaşma imzalamıştır.

Kemankeş Mustafa Paşa, Sultan IV.Murad'ın vefatından sonra tahta geçen Sultan İbrahim zamanında da sadrazam olarak vazifesine devam etmiştir.

Memleketin ve milletin bütün meseleleriyle uğraşmaya hayatını adayan Mustafa Paşa, milletin maruz kaldığı musibetlerden büyük üzüntü duymakta ve bizzat uğraşarak yaraları sarmaya çalışmaktadır. Nitekim, Nisan 1640'da Galata'da yangın çıktığını haber alınca yangın mahalline koşmuş ve yangını söndürmek, alevler arasında kalanlara yardım etmek için hayatını hiçe sayarak yangının içine dalmış, yardıma muhtaç insanların kurtulmalarına vesile olmuştur. Fakat bu yangındaki çalışmaları esnasında kendisinin de yüzü yanmıştır.

Anadoludaki zorbaların hadlerini bildiren, isyanları bastıran Kemankeş Mustafa Paşa daha sonra büyük bir gayretle Devletin malî meselelerini ele almış ve ilk planda devletin dış borçlarını ödemeye uğraşmıştır. Almış olduğu tedbirlerle vergilerin muntazam toplanmasını temin etmiş, bozuk akçe yerine yeni sikke kestirerek paranın değerini arttırmıştır.

Alım ve satım fiyatlarını kontrol altında bulundurmuş, tüccar ve esnafa sağlam para verildiğinden, piyasada bolluk ve ucuzluk temin edilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa'nın gayretleri kısa zamanda karşılığını vermiş ve devletin geliri masrafı karşılar duruma gelmiştir. Hatta büyük meblağlar da devlet hazinesine kâr kalmıştır.

Durup dinlenmeden çalışan Mustafa Paşa'nın gayretleri neticesinde memlekette bir huzur, refah ve bolluk devri yaşanmış, devlet idaresi düzene girmiş, devletin itibarı gittikçe artarak eski haşmetli dönemlere benzer bir devir açılmıştır. Fakat ne yazık ki, Erbab-ı kemali çekemeyen, kötü karakterli kişiler Kemankeş Mustafa Paşa aleyhinde entrikalar çevirmeye başlamışlar, neticede de emellerine ulaşmışlardır.

Bu değerli devlet adamı 22 Şubat 1644'te padişaha suçsuz olduğunu ve aleyhine hile dolapları çevrildiğini anlatmışsa da bir türlü dinletememiş ve üzüntü içerisinde evine geldikten sonra evinin kuşatıldığını görmüş, bunun üzerine bostancılarla vuruşmaya başlamış, fakat yakalanarak eli kolu bağlı olarak Cellat Kara Ali'ye teslim edilmiştir. Kara Ali de Kemankeş Mustafa Paşa'yı Hocapaşa çarşısında Sebilhane önünde boğmuştur. Cenazesi kendi medresesi yanındaki türbesine defnedilmiştir.

Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir devlet adamı ve hayırsever bir zattır. Muhtelif yerlerde camiler, medreseler, çeşmeler, hanlar yaptırmıştır. Ka'be'nin su yolunu genişletmiş ve her sene Haremeyn fakirlerine 2500 sikke göndermiştir.

Bu büyük devlet adamı vefatından sonra unutulmamış ve değerli edibler, âlimler eserlerini kendisine ithaf etmişlerdir. Kardeşi, mevlevi şairlerinden Osman Dede "Gülşen-i İrfan" isimli eserim, Kara Çelebi-zâde Abdül'aziz Efendi "Zafernâme" sini ve Serezli Şeyh Habib Efendi Zade Abdurrahman Efendi, "Nahlistân-ı Tarab fi mahâsîn-i arzi'1-Arab" isimli Mısır tarihini Mustafa Paşa'ya ithaf etmişlerdir.

Türbesi yıkılsa da mezan yok edilse de Kemankeş Mustafa Paşa ve emsali büyükler gönüllerde yaşamaya devam edeceklerdir.

26-İLK UÇAN İLİM ADAMI 
HAZERFEN AHMED ÇELEBİ

 

Günümüzde ilim ve teknikte ilerlemiş ülkelerin muhtelif gayelerle uzaya araçlar göndermelerine şahit olunca, ilk füzeyi bularak bizzat tecrübe eden Lagari Hasan Çelebi'yi ve kanat vasıtasıyla havada uçmaya muvaffak olan Hezarfen Ahmed Çelebi'yi hatırlamadan edemiyoruz.

Hezarfen Ahmet Çelebi'nin yaklaşık olarak üçyüz sene önce yaptığı tecrübe; yıllardan beri "eller aya biz yaya" tekerlemesini söyleyerek kendi değerlerini küçümseyen mazisinden habersizlerin yüzüne inen hakikat tokatlarıdır...

Avrupalıların, insanın uçabileceğini hayallerinden bile geçiremedikleri zamanda Hezarfen Çelebi uçmaya muvaffak olmuştur.

17.Asırda yaşamış bu değerli ilim adamımızın hayatı hakkında geniş bir malumat yoktur. IV.Murad zamanında yaşadığını ve meşhur tecrübesini IV.Murad'ın da seyrettiğini bilmekteyiz.

Muhtelif ilimlerde inkişaf etmiş olan Ahmed Çelebi halk tarafından "bin fenli" mânâsına gelen "Hezarfen" lakabıyla tanınmaktaydı.

Ahmed Çelebi kendisinden önce yaşamış olan İsmail Cevheri gibi uçmaya merak salmıştı.

Türkistan'ın Farab şehrinde doğan İsmail Cevheri, kollarına bağladığı iki düz satıhla Nişabur camiinin minaresinden aşağı atlayarak uçmayı, denemiş, fakat muvaffak olamamıştı. Bazı tarihçilere göre bu tecrübe esnasında hızla yere düşerek vefat etmişti.

Ahmed Çelebi uçmayı inceden inceye hesap yaptıktan sonra denemiştir. Ahmed Çelebi araştırma ve tecrübelerine önce evinde başlamıştır. Ardından Okmeydanında yüksekçe yerlerden kartal kanatlarıyla rüzgarlı havalarda atlayarak tecrübelerde bulunmuştur.

Yaptığı bütün tecrübelerde müsbet neticeler elde eden Hezarfen Ahmet Çelebi nihayet büyük tecrübeyi yapmaya karar verir.

Balmumu ve kartal kanatlarından yaptığı kanatlan kullanarak Galata kulesinden atlayacak ve bir müddet uçtuktan sonra yere inecektir.

Tecrübeyi merak eden Padişah Sultan Murad da bu uçuşu seyredecektir. Kararlaştırılan lodoslu bir günde Galata kulesinin en tepe noktasına çıkan Ahmed Çelebi "Ya Allah" diyerek kendisini boşluğa bırakmış ve yapma kanatlarını çırpmaya başlamıştır. Hayret dolu bakışlar arasında uçmaya başlayan

Ahmed Çelebi Üsküdar'daki Doğancılar meydanına sağ salim inmeğe muvaffak olmuştur.

IV.Murad bu muvaffakiyetinden dolayı Ahmet Çelebi'yi mükafatlandırmış, fakat bilahere bazı devlet ricalinin müdahalesiyle Cezayir'e sürmüştür. Hasan Çelebi'nin tecrübeleri ilk uzay çalışmalarını Müslüman Türklerin başlattıklarını gösteren müşahhas delillerdendir.

Legari Hasan Çelebi de yine IV. Murad zamanında tarihte ilk defa füzeyle uçan adam unvanını kazanan tecrübeyi yapmıştır.

Hasan Çelebi kendi icadı olan, elli okkalık barut macunu ile dolu, yedi kollu bir fişeği vücuduna bağlatmış ve bu fişekleri yardımcılarına ateşlettirmiştir. Fişekleri ateşlettirmeden evvel Sinan Paşa köşkünde kendisini seyreden IV.Murad'a dönerek, "Padişahım, İsa Nebiyle konuşmaya gidiyorum. Sizi Allaha ısmarladım" diye latife etmiştir. Fişeklerin ateşlenmesi üzerine süratle gökyüzüne doğru fırlayan Hasan Çelebi barutların bitmesi üzerine kollarına taktığı kanatlan açmış ve Sinanpaşa köşkü önünde denize salimen inmiştir.

IV.Murad bu muvaffakiyeti için Hasan Çelebiyi mükafatlandırmış ve onu sipahi sınıfına kaydettirmiştir.

Legari Hasan Çelebi ve Hezarfen Ahmet Çelebi gibi ilim adamlarımız, bu çalışmalarıyla, devekuşu misali başını kuma gömerek mazisine ısrarla sırt çevirenlere asırlar ötesinden âdeta şöyle haykırmaktadırlar:"Bu tecrübeleri devam ettirseydiniz, dünyanın zevkine sefasına kapılmasaydınız, sizler de pekâla ay'a gidebilirdiniz."

 27-HAYATINI İLME VAKFEDEN İLİM ADAMI
KATİP ÇELEBİ

Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş şanlı bir devlet, bünyesinde bir yandan cihangir bir nesil yetiştirirken bir yandan da ömrünü ilme adayacak şuurda âlimler yetiştirmiştir. Bu özelliğiyledir ki "Devlet kılıçla kalem üzerinde durmaktadır" darb-ı meseline güzel bir misal olmuştur.

Ömrünü ilme vakfederek, gelecek nesillere çok değerli eserler bırakan, vatan sathını ilim nuruyla aydınlatan talebeler yetiştiren âlimlerimizden birisi de Kâtip Çelebi'dir.

Asıl adı Mustafa olan, ulemânın andığı isimle Kâtip Çelebi (veya Hacı Halife) Şubat 1609'da İstanbul'da doğmuştur.

Babası Abdullah Efendi Enderun'a dahildi. Kâmil bir Mü'min olan Abdullah Efendi oğlunun da İslâmı mükemmel bir şekilde öğrenip vatanına, milletine hizmet etmesini istiyordu. Kâtip Çelebi beş yaşına geldiği zaman babası Kırımlı imam İsa Halife'yi oğluna hoca tutmuştur.

Kâtip Çelebi, İsa Halife nezaretinde Kur'an-ı Kerim, Arapça ve diğer temel dinî ilimleri okudu. Henüz yedi yaşlanndayken Kur'an-ı Kerim'in yarısını ezberlemişti.

Kâtip Çelebi 14 yaşma geldiğinde Arapça ve Farsçayı mükemmel bilmekteydi. Ayrıca hat san'atında da hayli maharet kazanmıştı.

Oğlundaki ilim aşkını farkeden babası kendi aylığından 14 dirhem harçlık bağlayarak Katip Çelebi'yi yanına almıştı. Bu suretle Kâtip Çelebi divan kalemlerinden Anadolu Muhasebesi Kalemine talebe olmuştu (1623) Bu vazifede iken hesap kaidelerini ve siyakat (sözdeki uygunluk) yazısını da mükemmel surette öğrenmişti.

Babasının yanında devlet hizmetine başlayan Kâtip Çelebi yirmi seneden fazla bu hizmetini devam ettirmiştir.

Orduda mukabele defteri tutan Kâtip Çelebi bu vesileyle birçok sefere iştirak etmiştir. 1623'te babasıyla birlikte Tercan seferine gitmiş, ordunun Abaza isyanını bastırma hareketini yakından takip etmiş, 1626 yılında da Bağdat seferine iştirak etmiştir. Kâtip Çelebi'nin babası 1626'da vefat eder. İstanbul'da bulunduğu esnada devamlı ilim tahsil eden Kâtip Çelebi devrin meşhur âlimlerinin önünde diz çökerek ders almaktadır. Kadızade Efendi'den ders almıştır. Ayrıca İstanbul'un tanınmış âlimlerinden de istifade etmiştir.

Kâtip Çelebinin orduyla birlikte çıktığı diğer seferlerden başlıcalan şunlardır: 1629/30'da Hüsrev Paşa ile Bağdad Seferine, 1633'te Veziriazam Tabanıyassı Mehmed Paşa ile Bağdad seferine, Sultan IV.Murad ile birlikte Revan seferine iştirak etmiştir.

On sene orduda hizmet görüp gazalara iştirak eden Kâtip Çelebi hacca da gittikten sonra İstanbul'a dönerek kendisini ilme vermiştir.

Kâtip Çelebi kendisine bir yakınından miras kalan 300 akça ile kitap alarak geceli gündüzlü değerli eserleri incelemeye koyulmuştur. Tam on sene boyunca geceli gündüzlü eserlerle başbaşa yaşamıştır. Öyle ki bazı günler güneş battıktan doğuncaya kadar başını kitaplardan kaldırmamakta, güneş hayli yükseldikten sonradır ki sabah olduğunu farketmektedir.

Dinî ilimlerin yanı sıra Matematik ve astronomi de tahsil etmiş olan Kâtip Çelebi Fransızca ve latince de öğrenmişti. En fazla tarih ve coğrafya ilimlerine merak sarmıştır.

Kâtip Çelebi meşgalelerinin gayesini şöyle anlatmaktadır: "İnsan için en yüksek mertebe ve en büyük saadet, Allah'ı tanımaktır; bilhassa nereden gelip nereye gittiğimizi bilmektir".Kâtip Çelebi'ye göre ilim Allah'ı tanımanın bir vasıtasıdır. Ve bu ölçüler içerisindeki ilim, cemiyetin ayakta durmasına ve devamına bir vasıtadır. İnsanda kâlb ne ise, cemiyette de âlimler aynı ehemmiyete hâizdir.

Devrinde münakaşa konusu olmuş meselelere parmak basan ve çok isabetli çözüme kavuşturan Kâtip Çelebi, bildiğim çekinmeden söylemiştir. Çünkü gelecek peşinde, makam peşinde değildir. Bu ihlası yüzündendir ki söyledikleri Devlet idarecileri ve  halk üzerinde çok tesir yapmıştır.

Kâtip Çelebi, Mîzanü'l-Hakk'da Devlet idaresinin en mesuliyetli makamında oturan padişaha şu nasihatlarda bulunmaktadır:"Önce, halkın padişahı Allah onu güçlendirsin ve devletini Kıyamet gününe dek devam ettirsin hazretlerine yaraşan nasihat budur ki, farzları ve vacipleri yerine getirip İslâm akidelerini bilecek kadar ilimle din mevzuunda iktifa edip kendilerinin ilm-i hali olan hazine ve asker ve halk işlerinin inceliklerini bilmeye çalışsınlar. Büyük ecdadları gibi tarih okuyup geçen devletlerin hallerinden hisse alsınlar. Ve halkın örfünü öğrenip her asrın icabı ne ise yumuşaklık ve sertlikle yüce devletin eski kanununu yürütsünler. Öteki devlet adamları ve saltanatın ileri gelenleri de bu yolda velinimetlerine yardımda bulunsunlar ve ellerinden geldiği kadar onun iyiliğini istemeye himmet etsinler. Müslümanların birbirine zıt davranmalarına razı olmayıp aralarında olan kavgayı yumuşaklıkla önlesinler ve Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, harp ve cihad işinde gevşeklik göstermesinler."

6 Ekim 1659'da Bursa'da vefat eden Kâtip Çelebi'nin cenazesi İstanbul'da getirilerek defnedilmiştir.

Himmet sahibi oluşuyla, güzel ahlakıyla, talebe yetiştirmede gösterdiği gayretle, bıraktığı değerli eserlerle gelecek nesillere güzel örnek olan Kâtip Çelebi'nin kıymetli eserlerinden; Keşfü'z-zünun, Cihan-nüma, Tuhfatü'l-Kibar fi Efsâri'l Bihâr, Mizânü'l Hakk fi ihtiyaril Ahakk, ya tamamen ya da kısmen

Batı dillerine tercüme edilmiştir.

Yirminin üzerinde eser te'lif eden Kâtip Çelebi'nin eserlerinden bir kısmı şunlardır:

Arapça Fezleke, Türkçe Fezleke (Osmanlı tarihine ait eser), Süllemü'l-Vusûl (Arapça biyografi eseri), İlhamü'l Mukaddesi fi Feyzi'1 Akdes (Fıkhı meselelere ait bir eser), Cihannüma (Tarih ve coğrafyaya dair değerli bir eser), Keşfü'z-Zünun (yirmi yılda tamamlanan bu eser büyük bibliyografya ansiklopedisidir. 300 kadar ilim ve fen şubesine ait 1451 kitabın alfabetik olarak tahlili yapılmıştır Almanca ve İngilizceye tercüme edilmiştir.) Düstûr'ül-âmel ve Tarihi Frengi...

28-BESTELERİ BÜTÜN İSLAM ALEMİNDE TERENNÜM EDİLEN BÜYÜK MUSİKİ ÜSTADI
BUHRİZADE MUSTAFA ITRİ EFENDİ
Bayram ve teravih namazlarında İslâm Alemindeki bütün camilerden yükselen:

 

Allahü Ekber Allahü Ekber

Lâilâhe İllallahü Vallahü Ekber

Allahü Ekber Velillahi'lhamd "saltanatlı segah tekbir´nin bestecisi Buhîrizâde Mustafa Itri Efendi, bütün müzik ölçülerine göre dünya çapında şaheserler meydana getirmiş mûsiki üstadıdır.

"Saltanatlı Tekbir" diye bilinen Kurban Bayramı tekbirinin yanısıra Cuma salası, Segah salât-ı Ümmiye, Nühüft İlâhî ve Rast Naatın bestecisi olan Buhurîzâde Mustafa Efendi üç asırdır milyonlarca mü'minin dilinden düşmeyen bu muhteşem bestelerin bestekârı olarak gönüllere taht kurmuştur.

Binden fazla eser besteleyen, fakat ne yazık ki nota kullanılmaması yüzünden günümüzde ancak 41 bestesi elimize ulaşan Buhurîzâde Mustafa Efendi 1640'da İstanbul'da doğmuştur. Çok küçük yaşında başladığı tahsil hayatını muvaffakiyetle tamamladıktan sonra Yenikapı Mevlevihânesine devam etmiş ve burada dinî musiki öğrenmiştir. XVII. Asnn büyük Musiki üstadı Hafız Post'tan aldığı derslerle musiki ilminde ilerleyen Buhurizâde, klasik musikimizi zirveye çıkarmıştır.

Bestekâr ve musikişinas olması yanında, devrinin namlı çiçekçisi ve meyve yetiştirici olarak da tanınan Mustafa Itrî Efendi, Siyahi Ahmed Efendi'den Edebiyat ve hat dersleri almıştır. Hat san'atında da hayli ilerleyen Itrî, bilhassa talik yazıda devrin hat ustaları arasında zikredilir olmuştur.

Kırım Hanı Selim Giray ile Sultan IV.Mehmed'in takdirini kazanan Itri, Enderun'a hoca olarak tayin edilmiş ve Enderun'daki talebelere musiki dersleri vermiştir.

Eserleri İmparatorluk döneminde üç kıtada söylenen, günümüzde de milyonlarca müslümanın dilinden düşmeyen Itri'nin şahsiyeti ve eserleri hakkında Yahya Kemal, mükemmel şiirriyle bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle demektedir Yahya Kemal:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,

Bizim öz mûsikîmizin piri;

O kadar halkı sevkedip yer yer,

O şafak vaktinin cihangiri,

Nice bayramların sabah erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.

Tâ Budin'den İrak'a, Mısır'a, kadar,

Fethedilmiş uzak diyarlardan,

Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,

Ses götürmüş bütün baharlardan.

O deha öyle toplamış ki bizi,

Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsikîsinde bir taraftan din,

Bir taraftan bütün hayât akmış;

Her taraftan, Boğaz o şehrâyîn,

Mavi Tunca'yla gür Fırat akmış.

Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,

Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,

Bize benzer o kâinat akmış.

Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,

Bir terennüm ki hem geniş, hem şuh:

Dağılırken "Nevâ"nın esrarı,

Başlıyor şark ufuklarında vüzuh;

Mest olup sözlerinde her heceden,

Yola düşmüş, birer birer, geceden

Yürüyor fecre elli milyon ruh.

Kıskanıp gizlemiş kaza ve kader

Belki binden ziyade bestesini.

Bize mîrâs kaldı yirmi eser.

"Nât'dır en mehîbi, en derini.

Vakıa ney, kudüm elince dile,

Hızlanan mevlevî semaiyle

Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.

O ki bir ihtişamlı dünyâya

Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;

Adetâ benziyor muammaya;

Ulemâmız da bilmiyor kimdi?

O eserler bugün define midir?

Bir bilen var mı? Neredeler şimdi?

Öyle bir mûsikiyi örten ölüm,

Bir teselli bırakmaz insanda.

Muhtemel görmüyor henüz gönlüm.

Çok saatler geçince hicranda,

Düşülür bir hayâle zevk alınır.

Belki hâla o besteler çalınır,

Gemiler geçmiyen bir ummanda."

Itrî'nin kırk küsur eseri ve Dede Efendi'nin eserleri bugün elimizde muhteşem mûsiki âbideleri halinde durmaktadır. Bu eserleri örnek alarak musiki sahasında takdirle alkışlanacak eserler meydana getirmek dururken, yabancıların icadı musikilerle, yabancılarla yarışıp son sıralarda yer almak için gayret göstermek niye?..

Muhteşem bir medeniyeti meydana getiren ruha sahip olmak için Itri gibi san'atkarları yakından tanımak lazımdır.

1711 yılında İstanbul'da vefat eden büyük bestekârımızı rahmetle, şükranla yâdediy

29-SEYYAHI ALEM FERİDİ BENİ ADEM 
EVLİYA ÇELEBİ 

On ciltlik muhteşem eseri "Seyahatnamesi" ile dünya çapında tanınan âlimimiz ve seyyahımız Evliya Çelebi'nin hayatının dönüm noktası bir rüya ile başlar. Seyahatnamenin birinci cildinde gördüğü bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

"İstanbul'da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Camiinin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum: '-Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?' dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri "Sa'd ibni Ebi Vakkas" olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:

"-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?' diye sual ettiğimde: 'Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa'd İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki:

" 'Âşık'ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.'

"Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:

" 'Şefaat ya Resulallah!' diyeceğim yerde:

"Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için 'Fatiha' dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram'in ellerini birer birer öptüm. Cümlesi:

"Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! "diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım.

"Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa'da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:

"Sen büyük bir seyyah olacaksın!'

"buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım."Sahabelerin yaptığı dualar Dergâh-ı İlâhî'de kabul olunmuş ve Evliya Çelebi benzeri olmayan ve sahasında da tek olan dünya seyyahı oluvermiştir.

Asya, Avrupa ve Afrika'ya yayılan imparatorluğun topraklarını adım adım dolaşarak gördüklerini tesbit eden Evliya Çelebi'nin telif ettiği on bin sahifelik "Seyahatname"si emsalsiz bir tarih ve coğrafya eseri olarak dünya ilim âleminin dikkatini çekmiştir.

Meşhur seyyahımız 1630'da gördüğü yukarıda bahsi geçen rüyadan sonra, ilk seyahatim 1640'ta ailesinden gizli olarak Bursa'ya yapmıştır. Çıktığı bu ilk seyahati bir ay devam etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamenin ikinci cildinde seyahat dönüşü babasının tavrım ve kendisine yaptığı nasihatlan şöyle anlatmaktadır:

"Hakir o gün hane-i gamkînimize (gam içinde olan evimize) varıp peder ü mâderin (baba ve ananın) dest-i şeriflerini (ellerini) öpüp huzur-i şeriflerinde (önlerinde) karar ettiğimde (durduğumda) peder-i azizim eyitti:

"Safa geldin Bursa seyyahı! Sefa geldin! 'Halbuki ne canibe gittiğimden kimsenin haberi yok idi. Hakir dedim: 'Sultanım, hakirin Bursa'da idiğimi nerden bildiniz?'

"Buyurdular ki: -Sen bin elli senesi muharreminin aşuresinde (1640 senesi Mayıs başları) kaybolduğun gece ben nice me'sure (makbul dualar) tilâvet ettim. Bin kerre "kevser" suresini okudum. Ol gece Âlem-i menamda (uykuda) seni gördüm ki Bursa'da Emir Sultan zaviyesinde ruhaniyetten istimdat ile seyahat rica edip bükâ ederdin (ağlardın) o gece bana nice ehl-i hal canlar rica edip senin seyahata gitmekliğin için izin talep eylediler. Ben de ol gece cümlesinin rızasıyla sana destur (izin) verdim. Fatiha tilavet eyledik.

"Gel imdi, oğul! Şimdengeri (bundan sonra) sana seyahat göründü. Allah mübarek eyliye. Amma sana nasihatim var" diye elimden yapışıp, huzurunda ayak üzerine durdurup sağ eliyle sol kulağımı burarak şu nasihata ağâz eyledi (başladı):

"Oğul! âdem yoksul olur, besmelesiz taam (yemek) yeme. Sırrın var ise sakın avratına deme. Cünüp iken yemek yeme. Esvabının (elbisenin) söküğünü üstünde dikme. İyi adını keme takma. Keme (kötüye) yoldaş olma, zararını çekersin. Sen yürü ileri, gözüm, kalma geri. Alay bozma..."

Seyahat için babasından da ruhsat alan Evliya Çelebi o tarihten itibaren vefatına kadar durmadan gezip dolaşmıştır.

Tatlı dilli, hoş sohbet seyyahımız Evliya Çelebi, 1611 yılında, İstanbul'un Unkapanı semtinde dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Hafız Mehmed Zıllî Evliya idi Aslen Kütahyalı olan babası, Sultan IV.Murad'ın Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi de âlim bir zattı. Evliyanın kuvvetli bir tahsil görmesi için çalışmıştır. Evliya da babasını mahcup etmemiş, zekası, çalışkanlığı ve kabiliyetiyle hocalarının takdirini kazanmıştır. Hamid efendi medresesindeki tahsilini ikmal ettikten sonra, tanınmış âlim Ahfeş Efendi'den yedi sene ders almış, Evliya Mehmed Efendi'nin de ilminden istifade etmiştir. Bilahare Topkapı Sarayındaki Enderun-u Hümayun'a girmiş, burayı bitirdikten sonra da sipahi sınıfına dahil olmuştur.

Sultan IV.Murad, ilmini ve ahlakını yakinen bildiği Evliya Çelebiyi saraya muhasib olarak almıştır. Evliya Çelebi Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed devirlerinde de mühim resmi vazifeler almış ve bu vazifeler dolayısiyle çeşitli beldeleri gezmiştir.

Defterdarzade Ahmet Paşa ile Anadolu'yu, Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa ile Suriye ve Filistin'i gezdikten sonra Melek Ahmed Paşa'nın sadrazamlığında sadarette memuriyet almış, Paşa'nın Rumeli Beylerbeyliğine gönderilmesi üzerine onu takib etmiştir.

Fazıl Ahmed Paşa'nın ordusuyla birlikte Avusturya'ya gitmiş, yolda gördüğü yerler hakkında çeşitli malzeme toplamıştır.

Elçi Mehmed Paşa ile birlikte Viyana'ya gitmiş, bu vesile ile Avusturya şehirlerini dikkatle tedkik etmiştir. Seyahatini İspanya, Hollanda ve Danimarkaya kadar uzatmış, daha sonra Eflak-Boğdan, Kırım, Kafkasya ve Hazer Denizi çevresini, Volga boylarını incelemiştir.

Hac vazifesini yerine getirmek için Hicaza, oradan Mısır, Sudan ve Habeşistan'a gitmiştir.

Yetmiş senelik ömrünü devamlı seyahat etmekle geçiren Evliya Çelebi, Osmanlı devletinin hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezmiştir. Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır ve Hicaz'ın yanı sıra Macaristan, Transilvanya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran'ın birçok bölgelerini dolaşmıştır.

Gördüklerini basit bir şekilde ele almamış, köklü incelemelerde bulunmuştur. Bölgelerin ahlak, görgü ve an'anelerini, meşhur şahıslarını, binalarını ve tarihlerini inceledikten sonra kaleme almıştır.

Seyahatlerinden bir kısmını savaşlara katılmak suretiyle yapan Evliya Çelebi, bizzat savaşlara da katılmış ve silah kullanmada, ata binmedeki maharetini harp meydanında göstermiştir.

Güzel sesi ve hoş sohbeti ile her zaman padişahların, vezirlerin ve komutanların yanıbaşında bulunmuştur. Onun hoş sohbeti yazı üslubuna da aksetmiş ve ölmez eseri "Seyahatname" zevkle okunan bir klasik hüviyetini asırlardan beri muhafaza etmiştir.

Ömrünü ilme adayan bu değerli âlim ve seyyahımız hiç evlenmemiştir. 1681'de vefat eden Evliya Çelebi'nin mezarı kayıptır.

Seyahatname'si muhtelif dillere tercüme edilmiş olan dünya çapında şöhret sahibi Evliya Çelebi'nin mezarının kayıp oluşunu kabullenmek istemiyorduk bir türlü. Araştırmaya başladık. Tarihî kaynaklar, Evliya Çelebi'nin Mısır Seyahati dönüşünde İstanbul'da vefat ettiğini ve Lohusakadın türbesinin yanına defnedildiğini söylemekteydi. Şişhanede bulunan Lohusakadın türbesinin yanında Meyyiz Zade Kabri ve onun bitişiğinde Evliya Çelebi ailesine ait mezarlık bulunmaktaymış. O civarda yaptığımız araştırmada, Lohusakadın türbesinden başka hiç bir mezar göremedik. Nasıl olurdu, koskoca mezarlık nereye giderdi? Kafamıza düğümlenen suallerin cevablarını değerli tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı'da bulduk. Şöyle diyordu Konyalı:

"Evliya Çelebi ve babası, IV.Murad'ın kuyumcubaşısı Mehmed Zıllî Efendi Lohusakadın türbesinin yanında medfundur. Fakat yol yapılırken ordaki bütün mezarlar yerinden söküldü ve mezar taşları bir çukura dolduruldu.  Ben yol yapılırken gitmiş ve mezar taşlarını görmüştüm."

Bu ifadeden sonra tekrar Şişhane'ye gittik ve bu defa mezar taşlarını aramaya başladık. Ne yazık ki bütün aramalarımıza rağmen bir tek mezar taşına bile rastlayamadık. Evet, Koca Evliya Çelebi'nin, Mehmed Zilli Efendi'nin ve daha nice büyüklerin mezarları yok olmuştu, yok dilmişti. Evliya Çelebi'yi araştıran Batılı bir araştırmacı İstanbul'a gelip Evliya Çelebi'nin mezarını sorsa, "yoktur" veya "kayıp" cevabı verilecekti. O da "Ayıp" diyemeyecek kadar nezaket sahibi ise, "yazık" diyecekti. Nitekim öyle de demektedirler

30-ZOR DEVREDE DEVLETİ MAHARETLE İDARE EDEN

VEZİR KÖPRÜLÜ MEHMED PAŞA
Köprülü Mehmed Paşa, zor bir devrede devleti maharetle idare etmiş, karmaşıklığa son vererek, devlete yeniden eski itibarını kazandırmış büyük bir devlet adamıdır. Devlet hizmetine girdiği andan itibaren sık sık haksızlıklara maruz kalmış, çekemeyen kişilerin haset oklarına uğramış, fakat o yılmamış vargücüyle devlet hizmetine koşmuş ve yine en sıkıntılı zamanda hizmete talib olarak devlet gemisini sahil-i selâmete çıkarmaya muvaffak olmuştur.

Mehmed Paşa, 1578'de Amasya'nın Vezirköprü kasabasında doğmuştur. Babası Vezirköprü eşrâfındandı. Gençliğinde İstanbul'a getirilerek saraya alındı. Has odalı Hüsrev Ağa'ya bağlanarak, büyük odalı zümresine dahil oldu. Sonra hazine-i âmire'de vazife aldı. Kara Mustafa Paşa'nın zamanında Mirahorluk payesi aldı. Daha sonra Mirmiranlıkla Şam'a vali tayin edildi. 1650'de Kubbe veziri oldu. Sadrazam Gürcü Mehmed Paşa'nın garazına uğradı ve bu yüzden rütbesi alınarak Köstendil'e sürüldü.

İpşir Paşa'nın himayesi ile Trablus'a vali tayin edildi. Eskişehir'de karşılaştığı Boynuyaralı Mehmed Paşa ile birlikte İstanbul'a döndü.

Bu esnada bütün memlekette anarşi kol gezmekteydi. Zorbalık ve haksızlık almış yürümüştü. Devlet düzeni bozulmuştu. Ordudaki disiplin bozulmuş, askerler ahaliyi rahatsız etmeye başlamışlardı. Henüz çocuk olan IV.Mehmed'in duruma hâkim olması mümkün değildi. Annesi Turhan Valide Sultan saltanat naibeliği yapıyordu.

İstanbul'da bulunan Köprülü Mehmed Paşa ise; yakın dostlarından Mimar Kasım Ağa, şair ve Musikişinas Solak Zade Mehmed Hemdemî Efendi ve Evliya Çelebi ile sohbet ediyor, devlet idaresi hakkındaki fikirlerini açıklıyordu. Mütevazi fıtratıyla tanınan, mevki ve makamda gözü bulunmayan Mehmed Paşa, devletin içerisinde olduğu durumdan ızdırap duyuyor ve yakın arkadaşlarına devletin kurtarılması için ne yapılması lazım geldiğini anlatıyordu.

Turhan Valide Sultan'ın müşavirlerinden olan Mimar Kasım Ağa, Köprülünün fikirlerini Valide sultana anlatmış ve Köprülüyü sadrazam olarak tavsiye etmişti.

Valide Sultan Köprülü ile görüştü ve onu sadrazam yapmak istediğini bildirdi. O esnada 78 yaşında olan Köprülü, kendisine geniş yetkiler verildiği ve aleyhine hile koparanların sözlerine itibar edilmeyeceğine söz verildiği takdirde sedâreti kabul edeceğini bildirmiş ve kendisine çok geniş yetkilerin verilmesi üzerine 15 Eylül 1656'da sadrazamlığı kabul etmişti.

Mehmed Paşa idareyi ele alır almaz derhal anarşiyi bastırma yoluna gitmiş ve zorbaları birer birer yakalatarak cezalarını vermişti. IV.Murad gibi, ordu intizam altına alınmadan Devletin kargaşadan kurtanlamayacağına ve huzurun temin edilemeyeceğine inanan Mehmed Paşa, ordudaki zorbaları temizleyerek, disiplini kurmaya muvaffak oldu.

İstanbul'daki karışıklıklarda, yeniçeri kiyafetine soktuğu Hristiyanlar vasıtası ile müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum patriğini idam ettirdi.

İstanbul'daki ulemâ sınıfı arasındaki kargaşalığı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmelerini sağladı.

Devlet bünyesinde asayişi muhafaza edip, huzur ve intizamı ikame ettikten sonra orduyu toplayarak sefere çıktı. Çanakkale Boğazını kapatmış olan Venediklilerin üzerine yürüdü.

Kaptan Topal Mehmed Paşa'nın denizden, kendisinin karadan yaptığı taarruz neticesinde Venediklileri boğazdan attı ve Venedik işgali altındaki Bozcaada ve Limni adalarını geri aldı.

Eflak, Boğdan ve Erdel meselelerini ele aldı. Bu havalideki isyanları bastırdı. Anadolu'daki Abaza Hasan Paşa isyanını da başarıyla bastırdı ve Anadolu'da huzuru temin etti.

1661'de Edirne'de vefat eden Köprülü, İstanbul'a getirilerek Divanyolundaki türbesine defnedildi.

Kendisinden sonra oğullan, Fazıl Ahmed Paşa ve Fazıl Mustafa Paşa sadrazam olarak devlete hizmet etmişler ve büyük muvaffakiyet göstermişlerdir.

31-HAT SANATININ ÖNDE GELEN TEMSİCİLERİNDEN 

MEHMED ES'AD YESARİ EFENDİ

San'atlar arasında mümtaz bir yere sahip olan Hat san'atı, Osmanlı hattatlarının elinde kemâlin zirvesine çıkmıştır. Osmanlı Devleti bünyesinde yetişen sayısız hattatlar görenleri hayran bırakan nefis eserler bırakmışlardır. Bu hattatlar arasında öne çıkmış, bu san'atın zirvesine ulaşmış yıldız şahsiyetler kendilerinden sonra gelen hattatlara rehber olmuşlardır. Hattat Mehmed Es'ad Yesâri efendi de bu yıldız şahsiyetlerden birisidir.

O, azmiyle iradesiyle hat san'atında latif eserler vermiştir.

Mehmed Esad Efendi; Selefleri olan, hat san'atının ustalarından, Şeyh Hamdullah, Süleymaniye camiindeki yazılarını hayranlıkla temaşa ettiğimiz Şemseddin Karahisâri ve 17.Asrın en büyük Hattatı Hafız Osman Efendiler gibi, Hat san'atına yenilik getirmiştir. Bütün hat san'atkârlarımız getirdikleri yeniliklerle ve bu sanatı mütekâmil hâle getirmeleriyle İslâm Âleminde bu san'atın ustaları olmuşlardır. Bu yüzdendir ki Osmanlı hattatlarının en önde bulunmalarını îma eden "Kur'an-ı Kerim Mekke'de nazil oldu. Mısır'da okundu. İstanbul'da yazıldı" sözü meşhur olmuştur.

Osmanlı san'atkârları belli başlı hat nevileri olan; Kûfî, Muhakkak, Reyhanı, Nesih, Celî, Sülüs, Tevkî, Raik'a, Divanî, Siyâkat, Gubâr, Tuğra, Menşur, Zülfü Arûs, Hilâli, Muinî, Şikeste, Müselsel de en mükemmel şekli bulmuş ve icra etmişlerdir. Yalnız Es'ad Yesârî Efendiye gelinceye kadar 'Ta'lîk" yazıda İran hat san'atkârları önde bulunmaktaydı. Yesârî Efendi Ta'lik yazıya da en mükemmel şekli kazandırmış ve hat san'atının bu nevinde de en mükemmel eserleri Osmanlı san'atkârlarının verebileceğini isbatlamıştır.

Hattat Yesârî Efendi'nin hayatı da eserleri kadar dikkat çekicidir. O, azmin ve iradenin muvaffakiyetin temel şartı olduğunu göstermiştir.

Yesârî Efendi dünyaya geldiğinde vücudunun sağ tarafı felçli ve sol tarafı titrekti. Fakat O, vücudun hakiki sahibinin kendisi olmadığını idrak edecek bir imana sahipti. Bu durumun çalışmaya, meslek edinmeye ve meslekte uzman olmaya mâni teşkil etmeyeceğini gösterircesine çalıştı. Küçük yaşta hattatlığa merak sarmıştı. Sağ eli felçli olduğundan sol eliyle yazıyordu. Bu yüzden "Yesârî" diye anılmaya başlanmış ve daha sonraları bu sıfat isminin yerine kullanılmıştır.

Devrin meşhur hattatlarından Seyyid Mehmed Efendi'den meşk etmiş kısa zamanda kabiliyetini göstermiştir. Bir müddet Seyyid Mehmed Efendi'den

meşk ettikten sonra icazet almıştır. Daha sonra, Hattat-ı şehir Kâtipzâde Mehmed Refı' ve İsmail Refik Efendilerden de 1767'de icazet almıştır.

Kısa zamanda temayüz ederi ve çevrede tanınan Mehmed Es'ad efendi gayet mütevazi bir karaktere sahipti. Bu yüzdendir ki san'atının takdiri yanında herkes tarafından sevilip, sayılmış, devrin ileri gelenlerinden büyük itibar görmüştür.

Devletin Şeyhülislâmı Veliyüddin Efendi, Mehmed Es'ad efendinin vücutça hastalıklı olmasına rağmen Hat san'atında kemâle erişi ve bu derece maharetine nisbeten gösterdiği tevazuu karşısında; "Cenab-ı Hak, bu zatı bizim enf-i istihbarımızı (kibirlenen burnumuzu, kibirliliğimizi) kırmak için göndermiştir." demekten kendini alamamıştır.

Es'ad Yesari Efendi, bu güzel san'atı gittikçe tekâmül ettirerek devrinin en meşhur hattatları arasında yer almıştır. Bu ustalığından dolayı Enderun'ı Hümâyun'a hat muallimi olarak tayin edilmiştir. Sultan 3.Selim'in de takdirini kazanmıştır. Es'ad Mehmed Efendi'nin hayatına dair değişik bir çizgi olarak 1791 senesinde kendisi gibi hattat olan oğlu Mustafa İzzed Efendiyle birlikte Hacca gittiğini bilmekteyiz.

Mehmed Es'ad Efendi tevazuu yanında san'atını öğretmekte de gayet cömertti. San'atının zekatını, sadakasını, hatta bu sahadaki bütün varlığını cömertçe taliplilere dağıtıyordu. Evi âdeta bir mektep haline gelmişti. Bu san'ata merak salanlar haftanın belirli günlerinde evini dolduruyor ve bu büyük san'atkardan meşkediyorlardı.

Mehmed Es'ad Yesârî Efendi 19 Aralık 1798'de İstanbul'da vefat ettiğinde geride kendisini ebediyyete kadar hatırlatacak pek çok levhalar, kitabeler bırakmıştı.

Devrin şairlerinden Süruri vefatına şu kıt'ayla tarih düşürmüştür:Hattât-ı hoş nivis Yesari Efendi'nin

Fevtîle kiydi hâme-i terceme-i siyah

Tarihi harfi mu'ceme ta'lik edüb dedim

Ceffelkalem Yesârîi Hattat getdi ah" 

32-ÖRNEK DEVLET İDARECİSİ VE BÜYÜK ALİM
AHMED CEVDET PAŞA

19. asrın en meşhur Devlet adamı ve âlimlerinden birisi de Ahmed Cevdet Paşa'dır.

Cevdet Paşa Devlet kademelerindeki icraatlarıyla, telif ettiği eserlerle ve hukuk sahasındaki üstün başarısıyla devrinde ve sonraki yıllarda takdirle hatırlanmıştır.

27 Mart 1822'de Lofça'da doğan Cevdet Paşa ilim âlemine çok küçük yaşında adımını atmıştır. Dedesi Ahmet Ağa Prut gazilerindendir. Babası İsmail Ağa Lofça'nın idare meclisi azâsıdır. Annesi Ayşe Sünbül Hanım da kültürlü, ilim, irfan kıymeti bilir bir kadındır. Bu şekilde ilme kıymet veren bir aile muhitinde büyüyen Ahmet Cevdet, ilk tahsilini doğduğu kasabada yapmış, çok kuvvetli bir dinî kültür edinmiştir. 17 yaşına kadar Lofça'daki âlimlerden dinî ilimlerin yanı sıra, Arapça, mantık ve fen ilimleri tahsil etmiştir. Fıtraten, zeki, kabiliyetli ve çalışkan olan Ahmet Cevdet 1839'da İstanbul'a gelmiş ve Fatih Camiinde tahsiline devam etmiştir. Bir taraftan öğrenirken diğer taraftan da öğrendiğini öğretmektedir. Devrin ricali, âlim ve şairleriyle tanışmış, hepsinin takdirini kazanmıştır.

1844'te Dârül-Mesnevî'nin açılışı esnasında padişah I.Abdülmecit'in huzurunda Mesnevi-i Şerif icazetini almıştır.

Medresede, hadis, tefsir, mantık, âdap, ilm-i kelam, hikmet, hendese, hesap, cebir, kozmoğrafya, coğrafya tahsil ederek kuvvetli bir ilmî yapı kazanmış olan Cevdat Paşa, devlet hizmetinde çeşitli kademelerde selâhiyetini ortaya koymuş ve her vazifesinde muvaffakiyet göstermiştir.

1845'te Müderris oldu. 1850'de Meclis-i Maârif âzâlığı ile Darülmuallimîn müdürlüğüne tayin edildi-. 1851'de devrin en yetkili ilim müessesesi olan "Encümen-i Dâniş"e âza tayin edildi. Bu vazifede iken "Kavâid-i Osmaniyye" isimli dilbilgisi kitabını Sultan Abdülmecid'e takdim etti. 1853'te de otuz yılda ikmal edeceği 12 ciltlik meşhur eseri "Tarih-i Cevdet" in üç cildini tamamlayarak padişaha sundu.

Cevdet Paşa bir yandan resmî vazifelerini yaparken bir yandan da ilmî faaliyetini devam ettirmekte, durmadan eser telif etmekteydi. Onun parlak çalışmalarla geçen vazife hayatına göz atmaya devam edelim:

1855'te Vak'anüvis olan Cevdet Paşa, yine aynı sene içerisinde Galata Mollası olarak hizmet verdi. Meclis-i Âli-i Tanzimat âzası oldu. Bu vazifede iken cezaî kanunnâmeleri tamamlamada çalıştı. 23 Mayıs 1863'te Bosna-Hersek müfettişliğine gönderildi. Bu vazifeden dönüşünde kendisine Osmanlı nişanı verildi. 1865'te vezir (paşa) rütbesini kazandı ve akabinde Haleb Valiliğine tayin olundu. 1868'de İstanbul'a çağrılarak "Divan-ı Ahkâm-ı Adliye" ve "Cemiyet-i İlmiyye" başkanlıklarına getirildi. Cevdet Paşa, yirmi sene bu vazifede kaldı. Bu vazifede iken 1872'de Maraş valiliğine (18 gün), Bursa valiliğine gönderilmişse de sonradan tekrar çağrılarak, Hanefi fıkhının temel alındığı kanunların tanzimi için çalışan heyetin başına getirildi.

Temel hukuk eserlerinden olan ve uzun zaman kullanılan "Medeni kanunları" muhtevi Mecelle'nin tanziminde en büyük vazifeyi yüklenmiştir.

Cevdet Paşa çeşitli defalar, mühim devlet makamı olan nazırlık (bakanlık)larda bulunmuş ve bu makamlarda iken çok değerli icraatlar yapmıştır.

Vefatına kadar, beş defa adliye, üç defa marif, iki defa evkaf (vakıflar), birer defa da dahiliye (içişleri), ticaret ve ziraat (tarım) nazırlığı yapmıştır. Ayrıca Şûrayı Devlet (Danıştay) reisliği de yapmıştır.

Mühim devlet idareciliği esnasında isabetli karar vermesiyle de tanındı. 1877'deki Osmanlı-Rus harbinin aleyhinde bulundu ve devletin harbe girmesini istemedi, fakat imkânları elvermediğinden harbe mani olamadı.

25 Mayıs 1895'te İstanbul'da Hakkın rahmetine kavuşan Cevdet Paşa geride kendisini rahmetle andıran değerli eserler ve uzun yıllar boyunca verilen değerli hizmetler bıraktı. Fatih türbesi mezarlığına defnedildi.

Cevdet Paşa, tarih, hukuk, edebiyat ve dinî ilimler sahasında kıymetli eserler telif etmiştir. Başlıcaları şunlardır:Kavâid-i Osmaniye, Belâgat-i Osmaniye, Kavâid-i Türkiyye, Divançe (kaside ve gazeller), Tezâkir (tarih), Tarih-i Cevdet, Mâruzât, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefâ... Ayrıca kendisinin başkanlığındaki ilmî bir heyetin hazırladığı ve 1868'den 1926'ya kadar 58 sene mer'iyette kalan MECELLE'yi de Cevdet Paşa'nın emek verdiği eser olarak kabul etmek lazımdır.

Cevdet Paşa Yurdumuzda Hukuk Fakültesinin kurucusu olarak da isim yapmıştır.

33-KOCA YUSUF

Pehlivanlarımızın dünyaya nam saldıkları 19. asırdayız. Henüz yürümeye başladığı andan itibaren akranlarıyla kapışarak pehlivanlığa ilk adımı atan yiğitlerimiz, büyüdükçe ustaların nezareti altında güreş dersi alarak er meydanına hazırlanmaktadırlar. Devrin hâkim havası altında, sağlam bir dinî ve millî kültür alan pehlivanlar, mertlik, yiğitlik, pehlivanlık yarışıı yapmayı en büyük zevk kabul etmektedirler. Devrin insanlarının en büyük eğlencesi de bu yiğitlerin güreşlerini seyretmektir.

Asırlardır harp meydanlarında gayr-i müslimlerle karşılaşmış yiğitlerimiz, ilk defa 19. asırda, sulh zamanında "diyar-ı firengistan"da gayr-ı müslim pehlivanlarla karşılaşmışlardır. Avrupa ve Amerika'da güreşerek dünyaya nam salan pehlivanlarımızın en meşhuru Koca Yusuf tur.

Gelmiş geçmiş en meşhur pehlivanlarımızdan olan Koca Yusuf, ulemâların "darül harp"te güreş tutmanın ve müslümanların maddeten de güçlü olduklarını isbat etmenin de bir cihad olduğu yolunda beyanları üzerine Avrupa ve Amerika'ya itmiş oralardaki bütün meşhur pehlivanların sırtını yere vurarak cihan pehlivanı unvanını almıştır.

Evlâd-ı fâtihan'dan olan Koca Yusuf 1865'te Deliorman'ın Şumla köyünde dünyaya gelmiştir. Çocukluğundan itibaren güreşe merak salan Yusuf on altı yaşında ayağına kisbet geçirerek er meydanında boy göstermeye başlamıştır.

Yusuf, çevikliği, kuvveti, ustalığı yanı sıra; açık sözlülüğü, mertliği ve İslâm'ı yaşamadaki hassasiyetiyle de dikkatleri çekmektedir.

Yirmi yaşına geldiğinde kendisine antreman verecek pehlivan bulamayan Koca Yusuf çoğu vakit tek başına çalışmaktadır.

Yusuf, koca koca kütükleri kaldırmakta, bu kütükleri kucağına alarak taşımaktadır. Her gün yüksek dağlara inip çıkan, koşan, temiz havayı ciğerlerine dolduran Yusuf, duvar idmanı yapmakta, çamur yoğurarak parmaklarını ve bileklerini kuvvetlendirmektedir.

Koca Yusuf yirmi yaşında iken 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar Başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile berabere kalmış, Aliço da sonrasında Koca Yusuf un "başpehlivanlığa" layık bir yiğit olduğunu kabul ederek başpehlivanlığı devretmiştir. Bu tarihten itibaren Yusuf Türkiye'nin başpehlivanıdır. Karşısına çıkan hiçbir pehlivan kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamamışdır. Devrin meşhur pehlivanları; Adalı Halil, Kara Ahmet, Katrancı, Karagöz Ali, Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim Koca Yusuf la kapışmışlar, hepsi de Yusuf un kendilerinden üstün pehlivan olduğunu kabul etmişlerdir...

Er meydanında kıran kırana güreş yapılmaktadır. Zamana sınırlama yoktur. Mesala 1890'da Koca Yusufla Adalı beş saat güreşmişler, fakat herhangi bir netice alamamışlardır.

Türkiye'nin en kuvvetli adamı kabul edilen Yusuf, Fransız sirk cambazı Doublier'in dikkatini çeker ve Yusuf u Avrupa'ya götürerek güreştirmek bu sayede para kazanmak ister.

Meseleyi Koca Yusuf a açtığında ilk başlarda kabul etmeyen Yusuf, bilahare parayı pulu aklına getirmeden, sadece "keferelerin sırtını yere vurmak" ve Müslümanların maddî kuvvet bakımından da üstün olduklarını isbatlamak için Avrupa'ya gitmeğe razı olur.

Avrupalılar o devirde serbest güreşin yabancısı olduğundan Koca Yusuf Greko Romen güreşi dersi alır. 1895'te Fransa'ya gider. Yusuf, antremanda bile olsa içerisinde yenişme olmayan güreşi kabul etmemekte, karşısındaki rakibini tutar tutmaz yere sermektedir.

Fransa'ya giden Yusufun nâmı kısa zamanda bütün Fransa'da duyulmaya başlamıştır. Yusuf peşpeşe yaptığı güreşlerde rakiplerini bir dakika bile beklemeden tuş yapmaktadır.

Fransa'nın meşhur güreşçileri, Fenelon, Furnier, Dumont, Pol Pons, Sabes ve Feliks Bernard'ı Fransızları hayrette düşürecek kadar kısa zamanda yener. Mesela Dünya şampiyonu diye tanınan Sabes'i dört saniyede tuş eder.

Yusufun rakiplerini nasıl yendiğini anlamaya bile vakit bulamayan seyirciler güreşlerin uzatılmasını istemektedirler. Yusuf ise böyle bir teklifi şiddetle reddetmektedir. Menejerleri Yusuftan yavaş güreşmesini rica ederler. Yusuf bu teklifi kabul eder. Fakat Yusuf rakipleriyle bir-iki dakika oynadıktan sonra kâfi bulmakta ve sırtlarım yere vurmaktadır. Çaresiz kalan organizatörler Yusufun karşısına peş peşe iki güreşçi çıkarırlar ve iki güreşçinin yirmi dakika dayanması halinde büyük para vadederler. Ne varki Yusuf kendisiyle peş peşe güreşen Gambier ve Raul gibi meşhur güreşçileri de yirmi dakika dolmadan tuş yapıverir.

Yusuf, karşısına çıkan mağrur Rum Pierri ve İngiliz Tom Cannon'u da kısa zamanda tuş eder.

Avrupalı organizatörler, bu müthiş pehlivanı ancak bir Müslüman pehlivanının yenebileceğine kanaat getirerek Türkiye'den Hergeleci İbrahim'i getirirler.

Fransa'da karşı karşıya gelen Koca Yusuf la Hergeleci Avrupalıları hayrette bırakan müthiş bir güreş sergilerler. Anlaşmalarına göre güreş Türkiye'deki gibi serbest ve kıran kırana olacaktır.

Güreş süratle devam ederken Yusuf, Hergeleci'ye boyunduruk takar, Hergelecinin burnundan kan akmağa başlar. Telaşlanan hakemler güreşi durdurup Hergeleci'ye bir şikayeti olup olmadığını sorarlar. Şaşıran Hergeleci burnundan devamlı akan kana aldırış etmeksizin; "Neden ola ki? İşte pekâla güreşip duruyoruz." der.

Oynaş güreşe alışmış Avrupalıların şaşkın bakışları arasında bir nara savuran Koca Yusuf bu defa Hergeleciyi Kurt kapanına alır. Hergeleci'nin boğulduğunu zanneden seyirciler telaşlanırlar, kadınlar bağrışmayâ, ağlaşmaya başlar. Jüri heyeti ayrılmalarını ister. Yusuf aldırış etmez. Birkaç kişi Yusufu çeker yine de ayıramazlar. Bu defa sopalarla, bastonlarla Yusufun sırtına, kafasına vurmağa başlarlar. Netice'de ayrılan pehlivanlar berabere ilan edilir. Her iki pehlivanımız da neticeden memnun değildir. Yusuf;

"Ne güzel güreşiyorduk" derken Hergeleci;

"Bizde erkek güleşir, kadın ağlar; ama asla güreşi bırakın demez." ifadeleriyle kırgınlığını ortaya koymaktadır.

Fransızlar Yusufu yendirmek için Amerika'dan zincirkıran lakaplı Leitner'i getirtirler. Ne var ki Yusuf Leitner'i de kısa zamanda tuş ediverir.

Fransa'da karşısına çıkacak rakip bulamayan Yusuf sıkılmağa başlar. Onu en fazla organizatörlerin davranışları üzmektedir. Yusufun paraya pula metelik vermediğini bilen organizatörler onun sırtından büyük servetler elde ederken Yusuf a çok az pay vermektedirler. Yusuf buna da aldırış etmez. Fakat inancına göz dikilmesi Yusuf u çileden çıkarır.

Güreşirken tesettüre riayet eden ve diz kapaklarını örten şortla güreş tutan Yusuf hususi hayatında da dinî inançlarına son derece bağlıdır. Namazlarını düzenli olarak kılmaktadır. Yemeklerinin piştiği kaplarda daha önce domuz yağı ve etiyle yemek pişmiş olması ihtimalini göz önünde bulunduran Yusuf önceden bu kaplan iyice yıkatmakta ve yemeklerin pişmesine bizzat nezaret etmektedir.

Yusufun sırtından para kazanan Fransız Doublier sırf Yusufun inancıyla alay etmek için bir gün yemeğine domuz eti karıştırır. Bunu farkeden Yusuf, Doublier'i haklamak ister. Durumu farkeden Fransız kaçar. Ahlaksızlıktan tiksinen Yusuf, hele inancına karşı yapılan bu hakarete tahammül edemiyerek yapılan bütün teklifleri reddederek Fransa'da güreş yapmak istemez. Yusufun davranışları hayretle karşılanmaktadır. İngiliz Torna Cannon, "Meğer sizin Yusufun ahlakı da gövdesinin kuvveti kadar yamanmış" demektedir.

Fransa'daki ve civardan gelen bütün meşhur güreşçileri yenen Yusuf kendisine yapılan teklifi kabul ederek Amerika'ya gider.

Koca Yusuf Amerika'da

Amerikan basını Koca Yusufun gelişine büyük ehemmiyet vermiş ve yaptıkları neşriyatlarla Yusufu methetmişlerdir. Gazeteler aynı zamanda Yusufun meydan okumasına cevap vermeyen Amerika'lı güreşçilerle de alay etmektedir.

"Güreş âleminin İskender'i, Napolyon'u geldi"

diyen Amerikan basını Yusuf tan şöyle bahsetmektedir:

"Tırnağının ucuna kadar namuslu bir adam ve ne miktar olursa olsun para onu satın alıp cambazlık yaptıramaz."

"Bizim sporculara pek tuhaf gelecek bir gerçek var. Bu Türk paraya hiç önem vermiyor."

"Yusuf geldi. Güreş etmek istiyor ve isteğinde gayet samimi. Parasını da yatırdı. Gelgelelim karşısına çıkacak Amerikalı bulunmuyor. Bundan çıkan mânâ bizimkilerin müthiş ziyaretçinin kuvvetinden ürktükleridir."

"Müthiş Türk Yusuf, maçlarını Nev York'a gelmeden evvel ayarlamadığı ve güreş etmek istediğini uluorta söylediği için hata etmiştir. Böyle bir açıklama Amerikalı güreşçileri paniğe uğratmak için kâfiydi. Anlaşıldığına göre, şimdiye kadar şampiyonuz diye poz veren adamlar, Türk bu memlekette kaldıkça meydana çıkmayacaklar."Güreşmek ümidiyle Amerika'ya gelen Yusuf her sabah organizatörlere; "Bugün güreşecek miyim" diye sormaktadır.

Yusufun karşısına çıkacak güreşçi bulamayan organizatörler nihayet akıllarınca bir çare bulurlar. Yusufun karşısına peş peşe beş güreşçi çıkacaktır. Ne var ki, Yusuf birincisinin sırtını yere serince diğer dört güreşçi, mindere çıkmaktan vazgeçerek organizatörleri hayal kırıklığına uğratırlar.

Bir diğer çare olarak Yusuf a beş dakika dayanana yüz dolar vaadedilir. Bu da netice vermez. Çünkü hiçbir güreşçi Yusufun karşısında beş dakika dayanamamaktadır.

Yusuf kendisine meydan okuyan, "Amerikan şampiyonu" unvanlı Robert'le güreşir. Ancak iki dakika boyunca Yusufun eline geçmemek için devamlı kaçan Robert yakalanacağını anlayınca minderden aşağı atlar. Çok kızan Yusuf salonda bulunan on bin kişiyi kendisiyle güreşe davet eder. Müteakip güreşinde Yusuf Robert'i perişan ederek yener.

Yusufun Amerika'daki meşhur güreşlerinden birisi de John F.Mc.Cormick ile yaptığı güreştir. Anlaşmaya göre Yusuf Mc.Cormick'i bir saat içerisinde üç defa tuş yapacak, yapamadığı takdirde mağlup sayılacaktır. Güreş başladıktan yedi dakika sonra Yusuf üç tuşu da yapmıştır...

1898'de Amerika'da fırtına gibi esen Yusuf Amerika turuna çıkar ve her gittiği yerde rakiplerini perişan eder. Zaman olur 41 derece ateşle güreşir.

Yusuf kendisine meydan okuyan ve esip savuran Rum Heraklides'i perişan eder. Rumla yaptığı güreşlerin birincisinde 47 saniyede, ikincisinde ise 23 saniyede tuş yaparak Rum'un mağrur burnunu yere sürter.

Yusuf Amerika'da son maçını serbest güreş dünya şampiyonu Lewis ile yapmıştır. Chicago'da yapılan güreşte Lewis'i üst üste iki defa yenmiştir.

Yaptığı bütün karşılaşmalarda, dininin, vatanının, milletinin şânını düşünen Yusuf devamlı galip gelmiştir. Avrupalılar kendisine "yenilmez Türk" ünvanını takmışlardır.

Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir.

Yusuf kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civannda alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir.

Vatan hasretine dayanamayan Yusuf New York'tan 21 Mayıs 1898'de Fransız bandıralı da Bourgogne Transatlantiği'ne binerek yola çıkar. Ne var ki ecel onu okyanusta beklemektedir. Bindiği gemi sis yüzünden İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışır.

Geminin battığını gören Yusuf abdest alarak iki rekat namaz kılar. Daha sonra bir filikaya binmek üzere denize atlar. Ne var ki can telaşına düşen tayfalar ve yolcular Yusufun binmesiyle filikanın batacağından ürkerek onun filikaya binmesini engellerler. Yusufun mengene gibi kayığın kenarına yapışan elini kürek darbeleriyle sökemeyince balta ile bileklerini keserler. Bunun üzerine Yusuf 5 Haziran 1898'de boğularak ruhunu Rahmân'a teslim eder

34-SULTAN İKİNCİ ABDULHAMİD HAN 
Sultan II.Abdülhamid Han, tarihimizin en talihsiz idarecilerindendir. onun talihsizliği daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır. "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahte oturmuştur. Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır. Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan II.Abdülhamid gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır. Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır.

Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan II.Abdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19.yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır. Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız.

Sultan II.Abdülhamid 21 Eylül 1842'de dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Sultan'dır.

İyi bir tahsil görmüştür. Arapça, Farsça, Fransızca ve Tarih üzerine dersler almıştır. Ayrıca musiki öğrenmiş, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır. Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır. Cuma ve bazan vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır.

Sultan II.Abdülhamid, büyük kardeşi Sultan V.Murad'ın 31 Ağustos 1876'da tahttan indirilmesinden sonra aynı gün Topkapı sarayında tahta oturarak cülus etmiş, 7 Eylül'de Kılıç alayı yapılmıştır.

Tahta oturduğunda ikbal uğruna türlü desiseler çeviren şahıslar Devletin en mühim kademesinde vazife başındaydılar.

Sultan Abdülaziz Han; Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği esnada en üst seviyede Devlet idaresinde bulunanlardan, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa ve Mütercim Rüştü Paşa'nın müşterek çalışmalarıyla ve bizzat Abdülaziz'in üzerine titrediği donanmanın ve ordunun suistimal edilmesiyle 30 Mayıs 1876'da tahttan indirilmiş, daha sonra da bilhassa Hüseyin Avni Paşa'nın planlarıyla 4 Haziran 1876'da saray pehlivanlarınca her iki bilekleri kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. Öyle ki bu pehlivan padişah henüz ölmemişken yanına doktor yaklaştırılmamış, ardından Hüseyin Avni Paşa tarafından Beşiktaş Karakoluna naklettirilmiş, orada hasır üzerine bırakılmıştır. Sultan Abdülaziz Beşiktaş karakolunda can çekişmiş, daha sonra ruhunu Rahmana teslim etmiştir.

Abdülaziz Han'ın katline karışanlar Yıldız Mahkemesinde muhakem edilmişler, neticede ileri gelenler idama mahkum olmuşlardır. Fakat Sultan Abdülhamid bu idamları hapis cezasına çevirmiştir.

Abdülhamid Han'ın tahta geçtiği 1876 senesi Osmanlı tarihinin dönüm noktasıdır. Bu tarihte Rusya ile kaçınılmaz bir savaş yaklaşmaktaydı. Balkanlarda huzursuzluk vardı. İsyan hareketleri görülüyordu. Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri isyan etmişti. Bosna ve Hersek'te ayaklanmalar devam edip gidiyordu. Girit huzursuzdur.

Bu kanşık hengâmede tarihimizde ilk Anayasa hazırlanmış ve 23 Aralık 1876'da ilan edilmiştir. Bu tarih aynı zamanda I.Meşrutiyetin ilanı tarihidir. Anayasa mucibince teşekkül olunan "Meclis-i Meb'usan" 19 Mart 1877'de açılmıştır. Bu tarihten itibaren padişah yegâne karar mercii değildir. Bu durum 13 Şubat 1878'de Meclis-i Meb'usanın padişah tarafından tatil edilmesine kadar devam etmiştir. Daha sonra I.Meşrutiyetin ilan edildiği tarih olan 23 Temmuz 1908'e kadar, otuz küsur sene II.Abdülhamid Han'ın şahsî idaresi başlayacaktır.

Birinci Meşrutiyet devresi, Abdülhamid Han'ın şahsiyetinin Devlet idaresinde tam olarak görülmediği devredir. Kendisinin istememesine rağmen bazı Paşalar ve idareciler Rusya ile savaşta ısrar etmektedirler. Bu şahısların baskısı ve Meclisin ısrarına, henüz tahta yeni oturmuş olan Abdülhamid Han karşı koyamaz ve Rusya'ya harp ilan edilir.

Padişah'ın bu devrede mühim faaliyetlerinden olarak bazı Devlet ricalini etkili vazifelerden uzaklaştırması gösterilebilir. Mithat Paşa'nın 5 Şubat 1877'de Türkiye'den çıkarılması buna misal verilebilir.

İyi bir vali olan Mithat Paşa daha sonraları ikbal hırsına kapılarak türlü entrikalarla devlet çarkının başına tırmanmış, fakat icraatları bu makama layık olmadığını göstermiştir. Abdülaziz'in hal'inde birinci derecede rol oynamıştır. Bosna-Hersek eyâletinde ayyıldızlı bayrağın yanına bir haç ilave ettirmek garabetini göstermiştir. Kendi adına ordu kurmak cür'etini göstermiştir. Devletin amansız düşmanı İngiltere'nin gözü kapalı hayranlarındandır. Neticede hırsının tokadını yemiş, şan ve şöhretini kaybetmiştir...Osmanlı-Rus harbi

Abdülhamid Han; henüz tam olarak Devlet idaresine hâkim olamadığını, Devletin borçlar içerisinde yüzdüğünü, Orduda tam bir birliğin temin edilemediğini biliyordu ve bu yüzden Rusya ile savaşa girmek istemiyordu neticede Devlet ricalinin ısrarları kararda ağır bastı ve 24 Nisan 1877'de Rusya'ya harp ilan edildi. Hicrî 1293 yılında cereyan ettiği için tarihimize 93 harbi diye geçen, bir sene devam edecak büyük muharebe başlamış oldu. Bu muharebe Dünyada cereyan etmiş ve büyük muharebelerden birisidir. Rumeli (Tuna) ve Anadolu (Kafkas) cephesi olmak üzere iki büyük cephede cereyan etmiştir.

Bu savaşlarda Osman Paşa Tuna cephesinde, Muhtar Paşa Kafkas cephesinde büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Ancak, Balkan savaşlarında en acı şekilde görüleceği üzere bu savaşlarda da ordu erkânı arasındaki geçimsizlik mağlubiyetler zincirini netice vermiştir. Gazi Osman Paşa'ya bu çekememezlikler yüzünden, yardım gönderilmesi engellenmiştir. Bu yüzden üst üste kazanılan zaferlere rağmen Plevne 10 Aralık 1877'de Ruslann eline geçmiştir.

Savaş esnasında kumanda birliği yoktu. Yeterli kumandanlar yoktu. Bu yüzden yeterli müdafaa da yapılamadı. Neticede Ruslarla 31 Ocak 1878'de Edirne mütarekesi, 3 Mart 1878'de Ayastafanos anlaşması imzalanmıştır. Abdülhamid Han, bütün diplomatik yollan tecrübe edip, büyük muvaffakiyet kazanarak Osmanlı Devleti için çok kötü neticeler getirecek olan Ayastafanos anlaşmasının yürürlüğe girmesini engellemiştir. Savaşta oldukça yıpranan ve perişan olan Rusya yeni bir savaşı göze alamamıştır.

Rusya ile savaştan bu şekilde kötü netice ile çıkıldıktan sonra Sultan Abdülhamid, ısrarına rağmen savaş isteyen "Meclis-i Meb'usânı" belli bir zaman göstermemek kaydiyle 13 Şubat 1878'de kapatmıştır. Böylece I.Meşrutiyet fiilen sona ermiş oluyordu.

Meclisin kapatılmasından yaklaşık üç ay sonra 20 Mayıs 1878'de iktidar değişikliği teşebbüsü olmuştur. Ali Suavi, yanına topladığı bir gurupla Çırağan sarayına baskın yapmış, V.Murat'ı yanlarına alarak tahta çıkarmak istemiştir. Bu teşebbüs Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa tarafından ânında bastırılmış ve Ali Suavi Hasan Paşa tarafından öldürülmüştür.

İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür.

Berlin Muahedesi ve Ermeni Meselesi93 Harbinin noktalandığı Ayastafanos Antlaşmasının uygulanamayacağını gören Rusya, Ayastafanos şartlarından vazgeçmiştir. Daha sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 13 Temmuz 1878'de Berlin anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın görüşmelerine İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya da katılmıştır.

Antlaşmaya göre Rusya'nın menfaatinin Ayastafanos'a karşılık çok az görülmesine rağmen yine de çok ağır şartlar taşıyordu. Meselâ 61.Maddede, Doğu Anadolu'da Ermenilerin azınlık teşkil ettikleri vilayetlerde Ermeniler lehine ıslahat yapılması, aynı ıslahatın Mekedonya vilayetlerinde de tatbik edilmesi şart koşulmaktaydı. Devletin parça parça olmasını netice verecek bu hükümler Abdülhamid Han'ın çok başanlı diplomatik manevraları sayesinde asla yürürlüğe konulmamıştır.

İngiltere, Rusya ve Fransa'nın kasıtlı olarak Berlin antlaşmasına koydurdukları 61.Madde Devletin parçalanmasını hedefliyordu. Her üç ülkenin de Osmanlı Devleti topraklarında gözü vardı.

Doğu Anadolu'yu yutmak isteyen Rusya, Ermenileri kışkırtmaya başladı. 19.Asır'da Osmanlı Devletinin ve İslâm âleminin en büyük ve amansız düşmanı İngiltere de Ermenileri kışkırtanlar arasındaydı.

Halbuki Osmanlı Devleti sınırlan içerisindeki Ermeniler büyük bir huzur ve refah içerisinde yaşıyorlardı. Çoğunluğu ticaret ve kuyumculukla meşgul olmaktaydı. Zengin olmuşlardı ve çok rahat bir hayat sürüyorlardı. Tanzimattan sonra devlet memuru da olmuşlardı. Hatta içlerinden vezirliğe, senatörlüğe, nazırlığa yükselenler de olmuştu. Diğer azınlıklar gibi onlar da tam bir din ve vicdan hürriyetine sahiptiler.

Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin kışkırtmaları ve büyük çapta yardımlarıyla 1886'da Ermeniler İsviçre'de "Hınçak" gizli cemiyetini kurdular. Günümüzde olduğu gibi, büyük ekseriyette oldukları, Rusya'nın sınırlan dahilindeki Ermenistan'da hiçbir faaliyette bulunmayan Ermenilerin hedefi Osmanlı Devletiydi. İngiltere ve Rusya gibi devletlerin uşaklığını ve maşalığını yapmakta kusur etmemeye çalışıyorlardı.

Gizli cemiyeti kurduktan sonra Avrupa'daki Ermeni zenginlerden para topladılar. Daha sonra Osmanlı sınırlannda yaşayan zengin Ermenilerden zorla maddî yardım aldılar.

Avrupa'da yetişen anarşist Ermenilerle, Rusya'daki Ermeniler peyderpey Osmanlı topraklarına sızarak çalışmalara başladılar. Neticede Anadolu'da isyanlar başladı. İlk isyan 1894'te Sason'da çıktı. Bundan sonra yer yer Anadolu'da isyanlar çıktıysa da hepsi bastınldı.

İngiltere, Fransa ve Rusya zaman zaman Berlin Muahedesinin 61. Maddesinin yürürlüğe konulması için baskı yapıyorlardı. Fakat Abdülhamid Han bütün baskılan göğüslüyor ve sonuçsuz bırakıyordu.

Sultan Abdülhamid Alman Büyükelçisine, 61. Maddeyi yürürlüğe koymaktansa ölmeyi tercih ettiğini söyleyerek bu husustaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur.

61. Madde yürürlüğe girdiğinde bugün 21 vilayetimizin yer aldığı bölgede bulunan o zamanki altı vilayet (Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Harput, Van ve Bitlis) Ermenilerin kontrolüne geçecekti. Bugün Doğu bölgesinin elimizde bulunmasının Abdülhamid Han'ın ustaca politikasına ve mahir idaresine borçlu olduğumuzu unutmamak lazımdır...

Abdülhamid Han'ın Ermeni isyanlarını bastırmada ilk yaptığı iş, meseleyi fazla büyütmemek olmuştur. Zaten Ermenilerin istedikleri de meselenin, Osmanlı Devleti tarafından en mühim bir mesele gibi ele alınmasını sağlayarak Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmekti.

Abdülhamid Han Ermenilerin karışıklık çıkardıkları yerlerde, orduyu hadiselere müdahale ettirmeksizin karışıklığın ahâli tarafından bastırılması için çalışmış ve bunda da muvaffak olmuştur. Böylece Ermeniler planlarının aksiyle tokat yemişlerdir...

Kışkırttıkları Ermenilerin bir netice alamayacağını gören İngiltere, Fransa ve Rusya 11 Mayıs 1895 tarihli nota ile Berlin antlaşmasının 61. Maddesinin derhal yürürlüğe konulmasını istemişlerdir. Ayrıca notaya göre, Doğu vilayetlerinde yeni valiler tayin edilmeli, bu tayinler de büyük devletlerin direktifleri istikametinde yapılmalıydı. Ayrıca Ermenilerden müteşekkil jandarma birlikleri kurulmalı ve cani ermenilere dersini veren halktan oluşmuş birlikler dağıtılmalıydı. Notayı kabul ettirmek için tehdidini ileri götüren İngiltere donanmasını Çanakkale Boğazı önlerine getirmişti. Fakat Abdülhamid Han, bu tehditlere boyun eğmediğini ve eğmeyeceğini kesin olarak ortaya koymuştur. 3 Haziran 1895'te verdiği cevabî nota ile, 11 Mayıs notasını bütünüyle ve kesin bir şekilde, açık kapı bırakmayacak surette reddetmiştir.

Abdülhamid Han, Osmanlı Devletine göz dikmiş bu üç devlete karşı, sıkı bir dostluk münasebetleri kurmuş bulunduğu Almanya ile Avusturya ve Macaristan'ı ileri sürmüş ve böylece bu ihtiraslı devletleri pasif hale getirmiştir. Ayrıca İtalya ile de iyi münasebetlerim devam ettirerek bu devletin de aleyhte tavır, almasını önlemiştir.

Diplomatik yoldan ve anarşi ile bir neticeye ulaşamayacaklarını anlayan Ermeni komiteciler, Abdülhamid Han hayatta olduğu müddetçe de hiçbirşey elde edemeyeceklerini anlayarak padişah'a suikast tertip ederek öldürmeye karar verirler.

Suikast planının tatbiki için uluslararası anarşistlerle temasa geçerler. Belçikalı anarşist Jorris İstanbul'a gelerek Padişah'ın selamlık merasimlerini takip eder.

Padişah'ın her Cuma günü Yıldız camiinden çıktıktan sonra l dakika 42 saniyede arabasına bindiği tesbit edilir. Suikast için Viyana'da hususi araba yaptırılarak parçalar halinde İstanbul'a getirilir. Daha sonra İstanbul'da monte edilir. Çok büyük tahrip gücü olan saatli bomba arabaya yerleştirilir ve Yıldız camii önüne Padişahın arabasının yanına bırakılır. Suikastçilere göre her şey tamamdır. Fakat onlar takdir-i İlâhiyi hesaba katmamışlardır. Padişah o gün âdetinin hilafına olarak Şeyhülislam Cemâleddin Efendi ile birkaç saniye konuşmak için cami kapısında durur. Tam o sırada bomba müthiş bir gürültü ile infilak eder. Atların kemikleri etrafa sıçrayarak çevredekileri yaralar. Camiin önündeki saat kulesi padişaha siper olmuştur, herkes telaş içerisinde sağa sola koşuşurken Abdülhamid Han yerinden kımıldamaz ve yüksek sesle telaşa kapılmanın yersiz olduğunu hatırlatır. Bu şekilde suikast akim kalmış olur.

Suikastın başarısızlığına üzülenler arasında emperyalist devletler ve Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı vatandaşı olup ta ismi fazlaca duyulanlar da vardır. Tevfik Fikret ve Ahmet Refik Altınay bunlardan ikisidir.

Tevfik Fikret Ermeni komitacıları tebrik eder, fakat padişahın ölmediğine neredeyse ağlar ve üzüntüsünü bomba hadisesini işlediği "Bir lahza-i teah-hur" şiirinde şöyle dile getirir:"Ey şanlı avcı, damını bîhûde kurmadın,

Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!"

İttihatçı subaylardan olan Ahmet Refik Altınay hadiseyi şöyle nakletmektedir:

"Osmanlı milletini Abdülhamit zulmünden kurtarmak için bu hareket-i kahramânânenin, Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı."

Abdülhamid'in düşmanları kimlerdi?

Avrupalılar ve Ermeniler azgın emellerine set çektiği ve şehitlerin kanı bedeline alınan toprakların bir karışının dahi teslim edilmeyeceğini kesin şekilde ortaya koyduğu için Abdülhamid Han'a müthiş kin besliyorlardı. Adını "Le Sultan Rouge" koymuşlardı. Yani "Kızıl Sultan". Malesef Osmanlı düşmanlarınca kullanılan bu sıfat yerli tarihçilerce de büyük bir gaflet eseri gösterilerek kullanılmıştır. Hatta yakın zamana kadar mekteplerde okutulan tarih kitaplarında bu sıfat kullanılarak Sultan II.Abdülhamid yeni nesillerin gözünde küçültülmek istenmiştir...

Yahudilerin Abdülhamid Han'a düşmanlığı

19.Yüzyılın başından itibaren Filistin'de bir devlet kurmak için teşkilatlanarak kesif bir faaliyete girişen yahudiler, Filistin'de kendilerine toprak verilmesi için Abdülhamid Han'a müracaat etmişlerdir.

Bu maksatla beynelmilel Siyonist faaliyetlerin organizatörlerinden Teodor Hertzel ile Hahambaşı Abdülhamid Hanla görüşerek tekliflerini yapmışlar fakat padişah tarafından şiddetle azarlanarak huzurdan kovulmuşlardır. Yahudiler Filistin'de kendilerine verilecek toprağa karşılık büyük miktarda para vaad etmişlerdir. Buna müthiş hiddetlenen Abdülhamid Han, "şehid kanıyla sulanan topraklar para ile satılmaz!" diye gelenleri kovmuştur.

Sultan Abdülhamid, tahttan indirilişinden sonra Selanik'teyken muhafazasına memur edilen bir yüzbaşıya bu hadiseyi şöyle anlatmıştır:

"Bana en çok dokunan; bu mason taslağı Yahudi'nin hal, (tahttan indiriliş) kararını tebliğ edişi olmuştur. Yıldız'a gelen mebuslar heyetinde Emanuel Karaso'yu hiç unutamıyorum. Bu suretle makam-ı hilâfete hakaret edilmiştir, yahudilerin Hazret-i Peygamber (a.s.m.) zamanından beri sadr-ı İslama ve Makâm-ı Hilâfete karşı duyduklan kin ve nefret cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken, siyonistlik dâvası için bir gün huzuruma beynelmilel (uluslararası) Yahudi teşkilatının kurucusu Teodor Hertzel ile Hahambaşı gelmişlerdi. Bunları Yıldız Sarayı'nda kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim. Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler. Bunun için de Kudüs'ü gösteriyorlardı. Hatta utanmadan o Teodor Hertzel:

'Zât-ı Haşmet penâhîlerine arzedelim ki, Kudüs için her kaç milyon altın tensip buyurursanız (isterseniz), derhal takdime hazırız.' demez mi?

"Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki yahudi, rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı.

'Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!' diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik'te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!.."

Abdülhamid Han'ın temas ettiği hadise cidden tarihimizin en acı tablolanndandır. Bildiği üzere İttihatçı ihtilâlciler İslam halifesine hal'ini bildirmek için, aralarında iki gayri müslimin bulunduğu dört kişilik heyeti göndermişlerdir...

İttihad-ı İslam Siyaseti ve İngiliz Dessaslığı

Abdülhamid Han insanlara ebedî saadet yollarını gösteren İslam dinine candan bağlı idi. Bütün müslümanların ortak fikir ve kültür alarak İslam düşmanlarına karşı durmaları için gayret sarfediyordu. Tarihi çok iyi bildiğinden, ne vakit İslama sıkı bir şekilde bağlanılmış ve İlayi kelimetullah için gayret sarfedilmişse o vakit büyük bir ilerleme kaydedildiği hakikatini göz önünden ayırmıyordu.

"Bizi yükselten, dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır" diyordu. Kuvvetli olmak için dine sadık kalmanın şart olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu Abdülhamid Han: "Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet İslâmiyettir. Biz hiç de Fuad (Paşa)nın dediği gibi can çekişen bir millet değiliz. Biz canlı, kuvvetli bir milletiz; yalnız ulu dinimize sadık kalmamız şarttır."

Bütün İslam âleminin halifesi sıfatıyla İslama ve müslümanlara gelecek tehlikeleri bertaraf etmek için bütün maharetini ve gayretini gösteriyordu. Bunda da muvaffak olduğunu tarih kaydetmiştir. Dersaadet'le mübarek topraklan birbirine bağlayan demiryolunu yaptırmıştı. Bu sayede İstanbul'dan Mekke'ye trenle gitmek mümkündü.

Sultan Abdülhamid'in bütün İslam âleminde prestiji fevkalade kuvvetliydi. Bu durum İslam ülkelerinde gözü olan İngiltere'yi ürkütüyordu.

19.Asnn ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devletinin birinci derecede düşmanı olarak İngiltere görünüyordu. Rusya ikinci planda kalıyordu.

İngiltere'nin gözünü diktiği topraklarda İslam halifesi Abdülhamid Han'ın sözü geçiyordu. Hindistan müslümanları, halife sıfatiyle padişaha çok bağlıydılar. Hindistan, Çin, Filipinler, Endonezya ve bütün Afrika camilerinde Sultan Abdülhamid nâmına hutbe okunuyordu.

İngiltere Başbakanı Gladstone büyük bir İslam düşmanıydı. Avam kamarasında, Kur'an'ı eline alıp, "Bu kitap müslümanların elinde olduğu müddetçe onlara galebe çalamayız. Ne yapıp edip, onları bu kitaptan soğutmalıyız." demiş ve daha sonra İslamiyete hakaretler etmiş, ardından da Kur'an-ı Kerim'i yere çalmıştı.

Gladstone, İngiliz emperyalizmine engel olan Sultan Abdülhamid'in de amansız düşmanıydı. Devamlı surette aleyhte propagandasını yapıyor, Avrupa umumî efkârını Osmanlı devleti aleyhine çevirmeye çalışıyordu.

İslam Birliğine çok dikkat gösteren Abdülhamid Han, bu husus hakkında şöyle diyordu:"Bizim için ehemmiyetli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunu en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle karışıklık arttığında süratle asker göndermemiz mümkün olacaktır. Ehemmiyetli ikinci nokta ise, Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirmektedir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarparak parçalansın."

Gayri müslim ülkelerin düşmanlıklarından doğacak saldırılara ancak birlik olmakla karşı durulabileceğini söyleyen Abdülhamid devletin "bir din ve iman ülkesi" olduğunu söylüyordu.

Sultan Abdülhamid Han şöyle diyordu:"İmparatorluğumuz din, îmân ülkesidir ve öyle kalacaktır. Eğer din anlayışı yıkılırsa, imparatorluğumuzun sonu gelmiş demektir. Dindaşlarımızın oturduğu memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması pek acıdır. Osmanlı İmparatorluğuna yirmi milyon müslüman kalmıştır. Buna rağmen bütün müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddî kudretimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevî kudretimiz bakî kalacaktır.

"Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız. Gelecek için yalnız bu birlikte ümit vardır. İslâmiyetin birliği devam ettiği müddetçe, İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda elimde sayılır. Çünkü kendilerine bağlı bulunan Müslüman memleketlerinde Halife'nin bir sözü cihadı meydana getirmeye kâfidir ve bu Hristiyanlar için felâket demektir.

"Henüz zamanı gelmiş değil ama, bir gün bütün mü'minler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gâvurun boyunduruğunu kıracaklardır."

Osmanlı Devletinin içtimaî yapısı üzerinde de şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:

"Osmanlı imparatorluğu, dünyanın birçok milletlerini sinesinde toplamış olan bir imparatorluktur. Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Zencilerden ve diğer birçok unsurdan oluşmuştur. Buna rağmen iman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır. Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı imparatorluğu üzerinde fazla durmamak, buna karşılık, hepimizin müslüman olduğumuzu bilhassa belirtmekte fayda vardır. Her zaman her yerde Emirü'l Müslimin unvanı başta gelmeli, Osmanlı imparatoru ünvanı ise birinci satırda belirtilmelidir. Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası din üzerine kurulmuştur.

"Maalesef İngilizler zararlı propagandalariyle imparatorluğumuzun bir çok yerinde 'millet, ırk' fikrinin tohumunu ekmeye muvaffak olmuşlardır. Arabistan ile Arnavutluk baş kaldırmışlardır. Suriye'de ise bu hususta hazırlıklar vardır."

Dış politikadaki diğer gelişmeler

19.Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı. Düşman bir değildi, iki değildi. Düşman çokluktu. Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar Devletin sıkıntıda olduğunu farketmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı. Abdülhamid Han elinden geldiğince bu hücumlan bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi;

"Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn,

Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun "du.

Mahir idareciler yoktu. Malî durum çeşitli sahalarda yenileşmeye ve Avrupayla boy ölçüşmeye mâniydi. Üstelik düşman bu durumu çok iyi biliyordu.

İşte bu buhranlı devreden istifade eden Fransa, 12 Mayıs 1881'de Tunus'u, İngiltere ise 15 Eylül 1882'de Mısır'ı işgal etmişti.

Daha düne kadar bir teb'a olarak Osmanlı Devletinin temin ettiği imkânlarla uzun yıllar refah ve huzur içerisinde yaşayan Yunanistan diğer Avrupalı ülkelerin de tahrikleriyle seciyelerini ortaya koymuş, kargaşa çıkarmaya Osmanlı Devletine kafa tutmaya başlamıştı.

Avrupa'nın bu şımarık çocuğuna ders vermek şart olmuştu. Nitekim, 18 Nisan - 20 Mayıs 1897'de yaklaşık bir ay devam eden savaşta Yunanlılar perişan edilmişler. Osmanlı tokadını bir kez daha iki yüzlü suratlarına yemişlerdi. Fakat yine Avrupalılar imdatlarına yetişmiş, savaşta mağlup olmalarına rağmen Avrupalı devletlerce masa başında bu mağlubiyetleri telafi edilmişti...Padişah'ın Şahsiyeti-İcraatları

Abdülhamid Han'ın padişahlığının son yıllarına göz atmadan evvel, şahsiyeti ve muhtelif sahalardaki icraatları üzerinde durmak isteriz.

Dış siyasetteki mahareti hususunda dost ve düşmanın ittifak ettiği Abdülhamid Han'ın iç siyasetteki tavrı tartışma mevzuu olmuştur.

Abdülhamid Han iddia edildiğinin aksine zulme ulaşan icraatlarda bulunmamıştır. Aksine şefkatli bir idareci olarak tarihe geçmiştir. Zulüm olarak kabul edilirse yaptığı; muhaliflerini yüksek maaşlarla muhtelif yerlere sürmekten ibarettir.

Ürkek değil, aksine çok cesurdu. İlme ve kültüre hizmet gayeleri arasındaydı. Muazzam bir eğitim seferberliğini başlatmıştı. Yüzlerce ortaokul ve lise, binlerce ilkokul, ayrıca pek çok san'at mektepleri yaptırmıştı. Fen Fakültesi, Edebiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Teknik Üniversite, Tıp Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi yüksek okullar Abdülhamid Han'ın eserleridir.

Yüzlerce talebeyi okumaları için Avrupa'ya göndermiştir. Fakat ne acıdır ki bu talebelerin büyük ekseriyeti Avrupanın ilmini fennini alacaklarına modasını, yaşayışlarını ve sefahetlerini alarak yurda dönmüşlerdi. Japonya da aynı yıllarda Avrupa'ya talebe göndermiştir. Fakat Japon talebeler Avrupa'nın ilmini, tekniğini elde etmek için var güçleriyle çalışmışlar, öyle ki derslerinde muvaffak olamıyanlar memleketlerine dönmeye yüzleri olmadığını ileri sürerek harakiri yapmak suretiyle hayatlarına son vermişlerdir. Yine Japon talebeler örf ve an'anelerinden zerre kadar taviz vermemişler, Avrupa'nın yaşayışına itibar etmemişlerdir. Günümüzde de aktüel hale gelen Japonya'nın kalkınmasındaki sırrı, bu ilk hamlede aramak lazımdır.

İlme ve kültüre ehemmiyet veren Abdülhamid Han bu gayretlerinin semeresini görmüş ve devrinde Doğu ve Batı kültürüne hakim, kalabalık bir nesil yetişmiştir. Onun muhalifleri bile kendi kurduğu mekteplerde yetişmişlerdir...

Yine kalıcı eserlerine bazı misaller daha verelim: Pek çok müze ve kütüphane kurdurmuştur. Bunların örnek şekilde kataloglarını yaptırmıştır.

Darülaceze, Hamidiye su tesisleri, yüzlerce sanayi, zirâat ve ticaret odası, belediye teşkilatı, telgraf hatlan, postahaneler, demiryolları, şoseler, köprüler, pek çok fabrikalar onun eserleri arasındadır.

İstanbul, Beyrut, Selanik gibi şehirlerde önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar yaptırmıştır.

İstanbul ve Çanakkale boğazlan ile bazı kaleleri büyük bir itina ile tamir ettirmiştir. Çanakkale Boğazı 1915'de bu mevziler sayesinde kendini müdafaa edebilmiştir.

Hekimliğimiz Abdülhamid devrinde Avrupa seviyesine çıkmış, pek çok keşifleri olan, dünyaca tanınıp kabul edilmiş doktorlar yetişmiştir.

Orduyu asla siyasete bulaştırmamıştır. Bu hususta çok dikkat göstermiştir.

Kardeş kanı akıtmaktan son derece çekinmiştir. Kendisini hal'eden "Hareket Ordusu" ismi altında İstanbul'a gelen ve başıbozuk insanların doldurduğu orduya karşı emri altındaki I. Orduyu kullanmamıştır. Âdeta kendini ve tahtını, akabilecek kardeş kanını önlemek uğruna feda etmiştir.

Daha önceden birikmiş büyük miktarda dış borçların büyük kısmını ödemişti. Kalanlarının da en kısa zamanda ödenmesi için lüzumlu tedbirleri almıştı.

Fakat bütün bu hizmetlerine rağmen tahttan indirilmiş ve elem verici muameleler bu değerli padişaha reva görülmüştür...Abdülhamid Han'in Hal'i ve sonrası...

Abdülhamid Han'a karşı olanlar İttihad ve Terakki cemiyeti çatısı altında toplanmaya başlamışlardı. Üyelerinin ekseriyetini 3.Orduya mensup genç subaylar teşkil etmekteydi. Bunlar rejime muhalif olduklarını söylüyorlardı. Hakikatte ise muhalefetleri maaşların muntazam ödenmemesinden kaynaklanıyordu. Subayların maaşları bazen iki-üç ay sonra ödeniyordu...

İttihat ve Terakki elemanları Yurt dışında Osmanlı aleyhine çalışmaya başlamışlardı. Öyle ki bunlar, Abdülhamid Han'ın devrilmesi için yabancı devletlerin müdahalesini bile istiyorlardı.

İttihatçıların gittikçe teşkilatlandıkları bir devrede Sultan Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de II.Meşrutiyeti ilan etmişti.

Padişah, İttihatçılar için şöyle diyordu: "Devleti on sene idare edebilirlerse 'bir asır idare edebildik' diye sevinsinler!" Bu hükmün ne kadar doğru olduğunu tarih gösterecektir.

13 Nisan 1909'daki, tarihe, "31 Mart Vak'ası" diye geçen hadiseler Abdülhamid Han'ın idaresini sarsan en mühim hadiselerdendir. Başıbozuk bir güruhun başlatıp devam ettirdikleri hadiseler padişah'ın kardeş kanının dökülmesi endişesi yüzünden bir müddet bastınlamamıştır... Neticede İstanbul günlerce hadiselerle çalkalanmıştır.

İttihatçılardan Mahmut Şevket Paşa, üç-beş bin kişilik "Hareket Ordusu" adı altındaki orduyla İstanbul'a gelip hadiseleri bastırmak istediğini Padişah'a bildirmiştir. Esas gayesi İstanbul'a gelip Padişah'ı tahttan indirmek olan bu Paşa'nın arzusuna mani olunmamıştır. Hatta bazı devlet ricali Padişaha hareket ordusu namındaki, Yahudi ve Rumların ekseriyette bulunduğu yağmacılar sürüsünü I.Ordu ile dağıtılması için emir verilmesini Padişah'tan istemişler, fakat padişah bu teklifi kabul etmemiştir.

Neticede hareket ordusu İstanbul'a gelmiş, Meclis'i Meb'usana baskı yaparak padişah'm hal'i için karar çıkartmıştır. Abdülhamid Han 27 Nisan 1909'da hal'edilmiştir...

Otuz üç sene Devlete büyük hizmetler etmiş Padişah'a hal'ini tebliğ şekli İttihatçılar için en büyük leke olarak kalacaktır. Bir İslam halifesine hal'ini tebliğe; Selanik Milletvekili Yahudi Emanuel Karaso, senatör Ermeni Aram, Draç milletvekili Arnavut Es'ad Toptani Paşa ve Senatör Bahriye Feriki (Koramiral) Gürcü Arif Hikmet Paşa tayin edilmişlerdi. İttihatçıların seçtiğu bu adamların ne oldukları çok geçmeden herkes tarafından bilinecektir.

Karaso, İtalyan casusu bir hâin idi Es'ad Toptanî Paşa Arnavut istiklâli için isyan etmiş ve pek çok masum insanı katletmiştir. Aram Efendi'nin Ermeni komiteleriyle yakın münasebeti vardı. Arif Hikmet Paşa da karanlık işler çeviren bir adam olarak bilinmekteydi.

Padişah; hal'edildiği gece, hiçbirşey almasına müsaade edilmeden apar topar 38 kişilik maiyyetiyle birlikte Selanik'e nakledilmiştir. Orada gazete okumasına dahi müsaade edilmemiştir. Çok sıkıntılı bir hayat geçirmiştir. Öyle ki soğuk gecelerde terk edilmiş köşkün kadife perdelerini üzerine alarak uyumuştur.

Abdülhamid Han'ı tahttan indirenler ilk iş olarak tarihte misli az görülen bir yağmacılığa başlamış ve Yıldız sarayını yağmalamışlardır. İttihatçılar idareyi ele aldıktan sonra ordu arasında büyük bir tasfiye hareketine giriştiler. Binlerce subay, ittihatçı subaylara yüksek rütbeler vermek uğruna emekliye sevkedilmiş, ordu tecrübesiz subayların elinde kalmıştır. Ordu bütünüyle siyasetin içine girmiştir. Çok acıdır ki kısa zamanda orduda görüş ayrılıkları başlamıştır. İttihatçı ve muhalif subaylar birbirlerinin can düşmanı haline gelmiştir. Bu vaziyetteki orduyla savaş kazanmanın mümkün olmadığı acı neticelerle görülecekti.

İttihatçılar askerlik ile devlet idaresinin çok farklı işler olduğunu anlayamamışlardı. Devleti Balkan ve I.Cihan harbine sokmuşlar, koca imparatorluğun parça parça edilmesine Yurda düşman sürülerinin dalmasına vesile olmuşlardır. Balkan ve I.Dünya harbine girilmeyebilinirdi. İttihatçılar gözü kapalı savaşa atılmışlar, neticede; orduda birliğin temin edilemeyişi, emir-komuta zincirinin kopuk oluşu ve kendilerinin devlet idare edecek kabiliyette olmayışları yüzünden savaşlar kaybedilmiştir.

Sultan Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçılardan, Tal'at, Enver, Cemal Paşalar da dahil olmak üzere bir kısmı Abdülhamid Han'ı anlayamadıklarını itiraf etmişler ve yaptıklarından pişman olduklarını her vesileyle ifade etmişlerdir. Bunlardan, Filozof Rıza Tevfik, "Sultan Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdat" isimli şiirinde hislerini şöyle dile getirmiştir:"Tarihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek, hey koca sultan;

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyasî padişahına!"

Divane sen değil, meğer bizmişiz!

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz!

Sâde deli değil, edepsizmişiz!

Tükürdük atalar kıblegâhına"

Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı devleti maceraperestlerin elinde kalmıştır. En kötüsü ordu siyasetin en derin çukuruna düşürülmüştür. Kaba kuvvetle hükümetlerin düşürülebileceği zihniyeti getirilmiştir. Savaşa girilmiş, Rumeli'de ve devletin diğer bölgelerinde büyük toprak kaybı olmuştur.

Abdülhamid Han Devletin başında kalsaydı, geçmiş yıllarda olduğu gibi Devleti savaşa sokmazdı. Musul ve Rumeli, Yunanistan'a kaptırılan Adalar elden gitmedi. İmparatorluktan ayrılan müslüman ülkelerle siyasi münasebetler kesilmezdi. Tarihimizi iyice tedkik eden her şahıs bu hükme varmakta gecikmeyecektir şüphesiz... Abdülhamid Han, Balkan harbinde Rümelinin düşmanlar tarafından istila edilmesi ve Selanik'ten de artık ümit kesilmesi üzerine 1912'de İstanbul'a getirilmiştir. Mazlum padişah ilk önce Selanik'ten ayrılmak istememiş, "Ben de bir silah alır, askerle beraber müdafaada bulunurum; ölürsem şehid olurum, ben zaten ölmüş bir adamım!" demiştir. Fakat kesin karar alındığını ve mutlaka İstanbul'a götürüleceğinin bildirilmesi üzerine kederli dudaklarından şu sözler dökülmüştür: "Allah bu hallere sebeb olanları kahhâr ismiyle kahretsin. Şimdi devlet ne hale geldi!"İstanbul'da Beylerbeyi sarayında çileli bir hayat geçiren Abdülhamid, nihayet I. Cihan harbinden mağlup çıkıldığını da görünce acılara dayanamaz hale gelmiştir. Düşman donanması Çanakkale Boğazını zorladığı esnalarda Padişah Sultan V.Mehmed Reşad Abdülhamid Han'a bir heyet göndererek Anadolu'ya taşınması gerektiğini söyleyince şu cevabı vermiştir:"Ceddim Fatih Hazretleri İstanbul'u alırken, son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşünmemiş, ordusu başında ölmüştür. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki, şehri bırakmayı düşünüyoruz ?Osmanlı Hanedanı İstanbul'u terkederse bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime söyleyin; İstanbul'dan bir adım bile dışarı atmam"

Devleti en buhranlı devrede otuz üç yıl maharetle idare eden bu mahir idareci, mazlum padişah Abdülhamid Han 10 Şubat 1918'de İstanbul'da rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Kabri Çemberlitaş'tadır.

Hakkında haksız hükümler verilen mazlum padişah'ı, şerefli hizmetleri bulunan bu değerli idareciyi bir defa daha rahmetle yâdedip, hayatı hakkında bu kısa tedkikimizi Yahya Kemal'in kendisi için yazdığı kıt'asıyla noktalıyoruz. Şöyle diyor Yahya Kemal:"Ey şehryâr-ı â'tıfet-âsâr-ı muhterem

Ey Tâc-dâr-ı mâ'delet-efkâr-ı zu'1-kerem

Sensin, o pâdşâh-ı dil-âgâh-ı pür-himem

Kim vasf-ı Hazretin'de senin her ne söylese
Abradır ey Halîfe-i pür-lutf-u mâ'delet

 
 
  Bugün 6 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı!